Emile Zola’nın Nana adlı romanından (*);
VI Bölüm
Kont Muffat, karısı ve kızıyla beraber Fondettes’e geleli bir süre oluyordu. Orada oğlu George ile beraber yalnız yaşamakta olan Madam Hugon, onları bir hafta için davet etmişti. On yedinci asrın sonlarına doğru inşa edilen bu ev, etrafı dört köşe duvarlarla çevrilmiş koskoca bir bahçenin ortasında yükseliyordu. Hiçbir süs yoktu ama bahçenin çok güzel kameriyeleri, kaynaklardan beslenen ve suları sürekli tazelenen havuzlarla doluydu. Bu Orleans’tan Paris’e kadar uzanan yolun üstünde sonsuza kadar yayılan ağaç kümeleriyle bu dümdüz arazinin tekdüzeliğini bozan adeta bir zümrüt dalgasıydı.
Saat on birde ikinci zil sesi, öğle yemeği için bütün ev halkını bir araya topladığı zaman Madam Hugoni bir ana şefkatiyle Sabine’nin yanaklarını öptü ve:
– Biliyor musun ki seni burada görmeden yapamam, dedi. Buna çok alıştım! Seni burada görmek beni yirmi yaş gençleştiriyor. Eski odanda rahat uyudun mu bari?
Sonra da cevabını beklemeden Estelle’e döndü:
-Ya bu küçük, mışıl mışıl uyudu herhalde. Öp beni bakayım yavrucuğum.
Pencereleri bahçeye açılan geniş yemek salonuna oturdular. Ama hep bir arada olmak için kocaman masanın ancak bir ucunu doldurabiliyorlardı. Sabine, birden canlanan gençlik hatıralarını neşeli neşeli anlatıyordu. Fondettes’te geçen aylardan, uzun gezintilerden, bir yaz akşamı, bir havuza nasıl düştüğünden, bir dolapta bulmuş olduğu şövalyeliğe ait eski bir romanı, kışın, kuru asma dalları ateşinin karşısında nasıl okuduğundan bahsediyordu. Birkaç aydır kontesi hiç görmemiş olan George onu bir hayli garip buluyordu. Yüzünde bir değişiklik belirmişti, bu fasulye sırığı Estelle ise tam tersine daha silik, daha sessiz ve utangaç görünüyordu.
Gayet sade bir şekilde, rafadan yumurta ve pirzola yerlerken Madam Hugon bir ev hanımı sıfatıyla kasapların dayanılmaz olduklarını anlatarak şikâyette bulundu. Her şeyi Orleans’tan alıyordu, buradaki satıcılar ise istediği parçaları istediği gibi getirmiyorlardı. Ancak konuklarını iyi ağırlayamadığında suç kendilerinde idi. Bu tatil yerine geldiklerinde neredeyse mevsim geçmek üzereydi.
– Doğru yapmıyorsunuz, sizi hazirandan beri bekliyorum. Hâlbuki şimdi eylülün ortasındayız. Bu nedenle tüm güzellikler yok olmuş durumda, diyor ve eliyle sararmaya başlayan kırdaki ağaçları gösteriyordu. Hava kapalıydı. Kuvvetli bir huzur ve gevşeklik içinde uzak ufukları mavimtırak bir sis kaplıyordu.
Madam Hugon:
– Misafir bekliyorum, gelirlerse daha fazla eğleniriz, dedi. Önce, George’un davet ettiği iki kişi gelecek. Mösyö Fauchery ile Mösyö Daguenet. Tanırsınız herhalde efendim. Sonra da beş seneden beri bana geleceğini söyleyen Mösyö Vandeuvres gelecek. Belki bu sene gelmeye karar verir. Kontes gülerek:
– Güzel! dedi. Mösyö Vandeuvres’den başka gelecek kimse yoksa sorun yok! Çünkü o her zaman çok yoğundur.
Muffat:
– Peki, ya Philippe? diye sordu. İhtiyar kadın:
– Philippe izin istedi! diye cevap verdi. Ama geldiği zaman siz herhalde burada olmayacaksınız.
Kahve ikram ediliyordu, bu ara Paris’i konuşmaya başlamışlardı. Steiner’in ismi de geçti. Bu ismi duyan Madam Hugon, hafif bir çığlık kopardı:
– Sırası gelmişken sorayım bari! Steiner dediğiniz bu kişi bir akşam evinizde tanıdığım şişman adam değil mi? Sanırım bankerdi. Tanrım ne çirkin bir adamdı. Gumieres civarında La Choure’nun arkasında, buradan dört beş kilometre ileride bir köşk satın almıştı. Onu bir artiste hediye edecekmiş sanırım. Bu habere karşı halk küplere bindi. Bunu biliyor muydunuz?
– Hayır, haberim bile yoktu! diye cevap verdi. Ah, demek Steiner bu semtte bir köşk satın aldı, öyle mi?
George, annesinin bu konuyu açtığını duyunca yüzünü fincanının önüne eğmiş ve susmuştu. Ama Kont’un cevabına hayret etti, başını kaldırdı ve ona baktı. Göz göre göre ne diye yalan söylüyordu? Kont da genç adamın hayret ettiğini görünce ona kuşkulanarak baktı. Madam Hugon ayrıntılı bir şekilde bakmaya devam ediyordu. Köşkün ismi La Mignotte idi. Orası, köprüden geçilmediği zaman sağlam iki kilometre tutuyordu. Başka yoldan gidildiği zaman insan hem ayaklarını ıslatmak hem de suya düşmek tehlikesiyle karşı karşıyaydı.
Kontes:
– Peki, artistin ismi nedir bakalım? diye sordu.
İhtiyar kadın:
– Ah, söylemişlerdi, ancak, dedi. George, o gün bahçıvan konuşurken sen de oradaydın. Hatırlıyor musun?
George hafızasını karıştırır gibi bir tavır takındı. Muffat elindeki çay kaşığını evirip çevirerek bekliyordu. Bu esnada Kontes ona:
– Mösyö Steiner’in dostu olan kadın Varietes Tiyatrosu’ndaki şantör Nana değil mi? diye sordu.
Hiddetlenmekte olan Madam Hugon:
– Nana! Tamam! dedi. Tanrım ne kötü bir isim. Onu Mignotte da bekliyorlarmış. Ben her şeyi bahçıvandan öğreniyorum. George, onu bu akşam beklediklerini bahçıvan söylemişti, değil mi?
Kont hayretinden ürperdi ama George bir solukta:
– Ah, anneciğim, bahçıvanın bir şeyden haberi yok, dedi. Biraz evvel arabacı aksini söylüyordu. Mignotte da yarından önce kimseyi beklemiyorlarmış.
George, sözlerinin Kont’ta yaptığı etkiyi gözünün ucuyla takip ederken doğal bir hâl almaya çalışıyordu. Kont ise rahatlamış gibi hâlâ elindeki çay kaşığı ile oynuyordu. Gözlerini parkın uzak maviliklerine dikmiş olan Kontes ise söylenenleri duymuyormuş gibiydi, kendisinde uyanan gizli bir düşünceyi dudaklarında canlanan bir tebessümle takip ediyordu. Bu ara iskemlesinde bir baston gibi dimdik oturan Estelle ise beyaz masum yüzünde hiçbir hat oynatmadan Nana’ya dair söylenenleri dinliyordu.
Madam Hugon bir an sessizlikten sonra o saf hâliyle:
– Canım, benim de şiddetlenmeye hakkım yok ya! diye mırıldandı. Yaşamak herkesin hakkı. Eğer bu kadına sokakta rastlarsak selam vermeyiveririz, olur biter.
Masadan kalkarlarken de bu sene bin nazla gelmek lütfunda bulunan Kontes Sabine’e sitem ediyordu. Ama Kontes geç gelmelerinin nedenini kocasına atarak kendisini savunuyordu. Bavulu iki defa hazırlatıp hareket edileceği bir sırada Kont bazı önemli işlerden dolayı gecikme kararı vermişti; sonra da artık seyahat konusunun unutulduğu bir sırada hareket edelim, demişti. Bunun üzerine ihtiyar kadın, George’un da iki defa geleceğini bildirdiği halde gelmediğini, dün gece ise hiç beklenmediği bir anda geliverdiğini anlatıyordu. Bahçeye inildi. Bu kadınların biri sağında, diğeri de solunda olan iki erkek kabaran bir kedi gibi onları dinliyorlardı.
Madam Hugon oğlunun lepiska saçlarını öperek:
– Ne önemi var, dedi. Zizi annesinin gönlünü almak için gelip onunla beraber köyde kendisini hapsetti ya. Dünya umurumda değil. Doğrusu bu iyi kalpli Zizi beni hiç unutmaz.
Öğleden sonra Madam Hugon bir telaşa kapıldı. Masadan kalkar kalkmaz baş ağrısından şikâyet eden George, gittikçe artan bir baş ağrısı içinde kıvranmaya başladı. Saat dörde doğru yatmak istedi, tek çare buydu. Ertesi güne kadar uyuyacak olursa bir şeyi kalmayacaktı. Annesi onu yatağına kendi elleriyle yatırdı. Ama annesi odadan çıkarken George yataktan fırladı ve rahatsız edilmemesini öne sürerek kapıyı kilitledi. “Hoşça kal benim şeker anneciğim. Yarın görüşürüz!” diye sesleniyor aynı zamanda da rahat bir uyku uyuyacağını vadediyordu. Annesi gittikten sonra George yatmadı, sıhhati yerinde idi, gözleri de pırıl pırıl yanıyordu. Sessizce giyindi ve büyük bir ustalıkla iskemleye oturup bekledi. Akşam yemeği için çıngırak çaldığı zaman Kont Muffat’nın salona doğru gitmekte olduğunu gördü. On dakika sonra, görülmeyeceğinden emin olduktan sonra odasının penceresinden çıktı ve bir yağmur borusuna tutunarak büyük bir ustalıkla aşağıya indi. İlk katta olan odası evin arka kısmına bakıyordu. Ağaçlıklı bir yere gizlendi, bahçeden çıktı ve karnı aç, heyecandan kalbi çatlayacak gibi atarak tarlalar arasından La Choe’ya doğru koşmaya başladı. Hava kararmıştı. Yağmur da çiselemeye başlamıştı.
Nana, Mignotte’a akşam vakti gelecekti. Steiner’in mayıs ayından beri hediye ettiği bu evde oturmak için can atıyordu. Arzusunu bir türlü yerine getirmediği için de hırsından adeta ağlayacak gibi oluyordu. Ama Bordenave her defasında en kısa bir izni bile kabul etmiyor ve sergi zamanında, bir akşam için bile olsa onun yerine bir başka oyuncu alamayacağını bahane ederek iznini eylül ayına atıyordu. Ağustosta ise ekim ayından bahsetmeye başladı. Ama küplere binen Nana, eylülün on beşinde kesin olarak Mignotte’a mutlak surette gideceğini söyledi. Hatta Bordenave’a meydan okumak için onun yanında birçok kişiyi de oraya davet ediyordu. Olgun bir orospu kurnazlığı direndiği Kont Muffat, bir gün onun evinde ihtiyaçlar içinde kıvranırken Nana, ona nazik davranacağına söz verdi. Ama orada!.. Ona da eylülün on beşinde diye söz verdi. Ama ayın on ikisinde, önemli iş yüzünden Zoe ile beraber oraya savuşup gitti. Bordenave’ın haberi olsaydı, onu alıkoymak için belki bir çare bulurdu. Nana, doktorunun raporunu ona göndermişti. Bu davranışını da çok beğenmişti. Mignotte’a herkesten evvel gidip birkaç gün rahat etmek düşüncesi beynini kemirmeye başladığı günden beri, Zoe’ya rahat yüzü göstermemiş ve onu, bavulları hazırlaması konusunda sürekli sıkıştırmış ve kalbini kırmıştı. Fakat arabaya bindikleri zaman yaptıklarına pişman olmuş ve kollarını Zoe’nun boynuna dolayarak bağışlamasını istemişti. Ancak istasyonun büfesine geldiği zaman Steiner’i bir mektupla haberdar etmek aklına geldi. Mektupta kendini çok taze bulmak isterse Mignotte’a gelmek için daha ertesi günü beklemesini rica ediyordu. O sırada aklına başka bir fikir daha geldiği için hemen bir mektup daha yazdı ki bunda, küçük Louis’yi derhal alıp gelmesi için halasına yalvarıyordu. Orası yavrusuna o kadar yarayacaktı ki! Ağaçların altında da beraberce deli gibi eğleneceklerdi. Vagonda, Paris’ten Orleans’a kadar uzanan yol boyunca, birdenbire bir annelik sevgisi krizine tutulmuş ve gözleri nemli bir hâlde çiçeklerden, kuşlardan ve oğlundan bahsetmişti.
La Mignotte, üç fersahtan fazla bir uzaklıktaydı. Nana, bir araba kiralamak için bir saatten fazla bir zaman kaybetti. Bu, kağnı arabası gibi ağır giden ve demir seslerine benzer gürültüler meydana getiren bir faytondu. Nana, sessiz bir adam olan arabacıyı hemen tavlamış ve bir sürü soruya boğmuştu. Mignotte’dan sık sık geçip geçmediğini soruyordu. Şu hâlde bu yer yamacın arkasında idi! Ağacı falan da boldu herhalde. Ev uzaktan görünüyor muydu acaba? Arabacı homurdanarak cevap veriyordu. Nana, sabırsızlığından arabada zıplıyordu. Zoe ise Paris’ten çok erken ayrıldıkları için dimdik duruyor ve suratını asıyordu. At birdenbire durduğu için Nana geldiklerini sandı. Başını uzattı ve arabacıya:
-Geldik mi? diye sordu.
Arabacı cevap vermek yerine atını kırbaçladı. Araba, güçlükle bir yokuşu tırmanmaya başladı. Nana, iri bulutların toplanmakta olduğu kurşuni gökyüzü altındaki koskocaman yaylayı hayran hayran seyrediyordu.
-Ah, Zoe şu otlara bak! Bütün bunlar ekin mi acaba? Tanrım! Ne güzel bir manzara!
Nihayet Zoe alaycı bir tavırla:
– Hanımefendinin kırla alakası olmadığı nasıl da belli! dedi. Ben Bougival’de bir dişçinin yanında çalışırken tarlaların ıcığını cıcığını çıkarmıştım. Fakat bu akşam hava oldukça soğuk… Burada rutubet var herhalde.
Ağaçların altından geçiyorlardı. Nana, bir köpek yavrusu gibi yaprakları kokluyordu. Ansızın, yolun bir dönemecinde, dallar altında bir ev gördü. Belki de burası idi. Bunun üzerine başını sürekli sallayarak, “Hayır!” diye cevap veren arabacı ile sohbet etmeye başladı. Sonra, yamacın diğer kısmını inmeye başladıkları bir sırada arabacı kamçısının ucuyla bir yeri gösterdi ve:
-İşte orası! diye mırıldandı.
Henüz bir şey göremeyen Nana rengi atmış bir hâlde heyecanla ayağa kalktı ve faytonun kapısından başını tamamen dışarı sarkıtarak:
– Nerede, nerede? diye sabırsızlanarak sordu.
Nihayet duvarın bir ucunu görebildi. Bunun üzerine, büyük bir heyecan içinde bulunan bir kadın gibi hafifçe bağırdı, zıpladı, hopladı.
-Zoe, gördüm!.. Gördüm! Sen de öbür taraftan bak. Ah, bak, çatının üstünde tuğla döşeli bir taraça var. Bu bir sera olacak. Ama çok büyük bir şey. Ah, ne kadar mutluyum!.. Zoe bak! Tanrı aşkına bak!
Araba, demir parmaklığın önünde durdu. Küçük bir kapı açıldı ve tığ gibi bir adam olan bahçıvan, kasketi elinde göründü. Nana, ciddi bir tavır takınmak istedi, çünkü arabacı bıyık altından gülmeye başlamıştı. Nana, koşmamak için kendini zor tuttu. Bahçıvanın anlattıklarını dinledi. Gevezenin biri olan bu adam, hanımefendinin mektubunu ancak bu sabah aldığı için ortada görülen düzensizliği hoş görmesini rica etti. Ama Nana, harcadığı bütün çabalara rağmen, ayakları yerden kesilmiş gibi öyle hızlı yürüyordu ki Zoe ona bir türlü yetişemiyordu. Nana ağaçlı yolun sonunda, evi genel olarak seyretmek için bir an durakladı. Bu, İtalyan tarzı mimarisinde inşa edilmiş büyük bir yazlık evdi…
(*) Emile Zola, Nana, Türkçesi Güven Terzioğlu, Amfora Yayınları, 2006, s. 189-197.