Kanser Koğuşu

Aleksandr Soljenitsın’ın “Kanser Koğuşu” adlı romanından (*);

 

BİRİNCİ KISIM

Birinci Bölüm

 

Hastanenin kanserliler bölümü 13’üncü koğuştu. Pavel Nikolayeviç Rusanof batıl inançları olan bir kişi değildi ama kayıt fişine «13’üncü koğuş» yazdıkları zaman içinde birşeylerin çöktüğünü hissetti. Koğuşa “13” değil de “protez” ya da “barsak hastalıkları koğuşu” gibi bir şey demek inceliğinde bulunmalıydılar.

Bütün bölgede ona yararlı olabilecek başka bir hastane yoktu.

“Bende kanser bulunmadı, değil mi Doktor? Bende kanser yok değil mi?” diye Pavel Nikolayeviç zararsız beyaz deriyi iterek, günden güne büyüyen boynunun sağ yanındaki şişliği hafif hafif ovuşturarak umutla soruyordu.

“Hayır, hayır, elbette değilsiniz,” diye doktor Dontsova iri, biçimsiz yazısıyla sağlık raporunu yazmaya devam ederken onu belki de onuncu kez inandırmaya çalıştı. Doktor Dontsova yazı yazarken oval, kabarık camlı gözlükler takar, yazısını bitirince de gözlükleri çıkarırdı. Artık genç sayılmazdı; Pavel Nikolayeviç Rusanof’u muayene etliği birkaç gün önceki gibi çok yorgun ve solgun bir hali vardı. Dispanserden randevu yalnızca kontrol için alınmış olmasına rağmen, kanser koğuşuna yollanan bir hasta geceleri uyuyamazdı. Üstelik Dontsova, Pavel Nikolayeviç’in derhal hastaneye yatmasını emretmişti.

Mutlu, kaygısız Pavel Nikolayeviç’in üzerine iki hafta önce bir fırtına gibi çöküp ruhunu ağırlaştıran yalnızca bu beklenmedik hastalık değil; onu, bu hastanenin herhangi bir koğuşunda yatmak da kaygılandırıyordu. Bir hastanenin teşhis koğuşunda yatalı o kadar uzun bir zaman olmuştu ki tarihini bile hatırlamıyordu. Yevgeny Semyonoviç’e Sheııdyapin’e ve Ulmasbasbayef’e telefon etmiş, onlar da hastane personeli içinde ileri gelen mütehassıslar olup olmadığını, Pavel Nikolayeviç için özel hazırlıklar yapılıp yapılamayacağını ve geçici de olsa küçük özel bir oda bulunup bulunmıyacağını öğrenebilmek için başkalarına telefon etmişlerdi.

Hastanenin başhekimi yoluyla Pavel Nikolayeviç için elde edebildikleri ayrıcalıklar; kabul formalitelerini atlaması, hastanenin herkese özgü banyosunda yıkanmaktan kurtulması ve hastanenin kaba kumaştan giysisi yerine kendi pijamalarını giyebilmesiydi.

Ailenin açık mavi Moskviç’iyle Yura, babasını ve annesini 13 no.lu koğuşun girişine kadar getirdi. Soğuğa rağmen çizgili pamuklu kumaştan iğrenç bornozlar giymiş iki kadın üzeri açık taş verandadaydılar, titriyorlar, kollarını göğüslerinin üzerinde kavuşturuyorlar ama yine de orada duruyorlardı.

Bu şapşal bornozlardan başlayarak hastanenin her şeyi Pavel Nikolayeviç’e iğrenç geliyordu; verandanın aşınmış çimento döşemesi, hastaların ellerinin kirlettiği kapı tokmakları ve bekleme odası. Bekleme odasının döşemesi yer yer çatlamıştı; yüksek kaplama duvarlar pis bir zeytin rengindeydi; geniş çatılı tahtalardan yapılmış sıralara uzaklardan gelen hastaların hepsi sığmıyordu. Çoğu yerlerde oturuyorlardı. Özbekler içlerine pamuk dikilmiş giysiler giymişlerdi; genç Özbek kadınları, eflâtun, kırmızı ve yeşil renkte, yaşlıları da beyaz renkte başörtüleri takmışlardı; ayaklarında bot ya da galoş vardı. Bir Rus, sıranın üzerine boylu boyunca uzanmıştı; paltosunun önü açılmış, ucu yere sürünüyordu. Adam bir deri bir kemik kalmış, karnı şişmişti; ıstıraptan haykırıyordu. Haykırışları Pavel Nikolayeviç’in kulaklarında öylesine çınlıyor öylesine iliklerine kadar işliyordu ki, Pavel Nikolayeviç adamın kendi derdine değil de onunkine feryadı kopardığı sanısına kapılmıştı.

Pavel Nikolayeviç dudaklarına kadar bembeyaz kesildi, durdu, fısıldadı:

“Kapa! Burada öleceğim ben. Kalmasak daha iyi olur. Haydi geri dönelim.”

Kapitolina Matveyevna onun elini sımsıkı tuttu, sıktı.

“Pashenka! Nereye döneceğiz? Sonra ne olacak?” “Belki Moskova’da bir hastaneye yatmam daha iyi olur.”

Kapitolina Matveyevna döndü; bakır rengi, gür, biçimli buklelerinin daha büyüttüğü geniş yüzüyle kocasına baktı:

“Pashenka! Moskova iki haftamızı daha alabilir. Üstelik yer bulabilmemiz de kuşkulu. Nasıl bekleyebilirsin ? Her sabah daha çok büyüyor.”

Pavel’e cesaret verebilmek için karısı onun elini sıktı. İş ve toplum hayatında Pavel Nikolayeviç kararlı, azimli bir kişiydi; aile işlerine gelince, önemli sorunlarda Pavel karışma güvenmekten hoşlanırdı; Kapitolina Matveyevna hiç duraksamadan yerinde kararlar verirdi.

Sıranın üzerindeki genç adam kendi kendini parçalıyor, ıstırapla haykırıyordu.

“Belki de doktorlara hastalığımı evde tedavi ettirebiliriz. Para veririz,” diye Pavel Nikolayeviç direndi.

“Pasik!” diye karısı ısrar etmekle beraber kocasının üzüntüsünü paylaşıyordu. “Biliyorsun ki bunu ilk olarak ben düşündüm. Ama sorduk, bu doktorlar evlere gelmiyorlar, üstelik para da kabul etmiyorlar. Üstelik bazı âletlere de ihtiyaçları var. Evde olamaz.”

Pavel Nikolayeviç evde tedavi olamayacağını anlamıştı. Boş bir umutla konuşmuştu.

Ankoloji bölümünün başhekimiyle yaptıkları anlaşmaya göre saat ikide burada bulunmaları gerekiyordu. Baş hemşire, şimdi koltuk değnekleriyle bir hastanın dikkatle indiği merdivenlerin başında onları bekleyecekti. Hemşire orada değildi tabii; tıbbî âletler odasının kapısında da küçük bir kilit asılıydı.

“Hiç kimseye güvenmiyorsunuz!” diye bağırdı. Kapitolina Matveyevna, «Niçin para veriyoruz?»

Omuzları büyük gümüş- siyahî tilki kürkünden iki yakalı örtülü bir manto giyen Kapitolina Matveyevna koridordan aşağı doğru yürüyerek, “İçeri Girmeden Önce Paltoları Vestiyere Bırakın” levhasını geçti.

Pavel Nikolayeviç bekleme odasında ayakta durmaya devam etti. Korka korka başını hafifçe sağa eğerek çeneyle köprücük kemiği arasındaki şişkinliğe dokundu. Evde boynuna kaşkolünü sararken aynaya baktığı son yarım saat içinde şişkinlik daha da büyümüş gibiydi. Pavel Nikolayeviç birdenbire kendini halsiz hissederek, oturmak istedi. Sıraların pis bir görünüşü vardı; üstelik ayakları dibinde yağ lekeli büyük bir bohça duran baş örtülü bir kadına ileri gitmesini söylemek zorundaydı. Pavel Nikolayeviç kokuya gelmezdi. Bohçanın kokusunu bu kadar uzaklıktan bile duyuyordu.

Halkımız üstübaşı temiz, düzenli bavullarla yolculuk etmesini ne zaman öğrenecek? (Boynundaki uru düşünse ya o zaman bunların hiçbirini mesele yapmaz.)

Genç adamın inlemelerinden, burnuna ve gözüne hücum eden her şeyden rahatsız olan Pavel Nikolayeviç duvarın bir çıkıntısına yaslandı. İçeriye, elinde ağzına kadar sarı bir sıvıyla dolu yarım litrelik kavanoz bulunan bir hasta girdi. Kavanozu saklamıyor, aksine kuyrukta bekleyip satın aldığı bir şişe biraymış gibi gururla yukarda tutuyordu. Kavanozu ikram ediyormuş gibi uzatarak tam Pavel Nikolayeviç’in önünde durdu. Bir şey sormak üzereydi ama ayıbalığı kürkünden şapkaya baktı. Öteki tarafa döndü; koltuk değnekli hastaya doğru yürüdü: “Arkadaş, bunu nereye götüreyim, hı?”

Koltuk değnekli adam laboratuvarın kapısını işaret etti.

Pavel Nikolayeviç’in içi bulanmıştı.

Dış kapı açıldı, içeri bir hastabakıcı girdi. Beyazlar içindeydi, yüzü gösterişsiz ve uzundu. Derhal Pavel Nikolayeviç’i larketti, kim olduğunu anladı, yanına geldi.

“Lütfen beni bağışlayın,” diye kekeledi; acelesinden o denli nefes nefese kalmıştı ki yüzü dudakları kadar kırmızıydı. “Rica ederim beni bağışlayın; fazla beklemediğinizi umarım. İlâç getirdiler; imza vermek zorundaydım.”

Pavel Nikolayeviç acı bir karşılık vermek istedi ama kendini tuttu. Beklemenin sona ermesine sevinmişti. Yura içeri girdi, elinde bavulla yiyecek dolu çanta vardı, perçemi alnının üstünde sallana sallana onlara doğru geldi. Arabayı sürerkenki gibi paltosuz ve şapkasızdı.

Baş hemşire, “bu taraftan,” dedi; onları merdivenin altındaki depoya doğru götürdü. «Biliyorum, Nizamutdin Bakhramoviç kendi pijamalarınızı getireceğinizi söyledi. Ama bu pijama da yeni, daha önce kimse giymedi.»

«Dosdoğru mağazadan geliyor.»

«Yönetmelik öyle.. Yoksa dezenfekte edilmesi gerek, anlarsınız. Burada giyinebilirsiniz.»

Başhemşire kontrplâk kapıyı açıp ışığı yaktı. Tavam eğimli olan depoda pencere yoktu. Duvarlarda renkli kalemle işaretlenmiş birçok grafik vardı.

Yura sessiz sedasız bavulu getirdi; Pavel Nikolayeviç giyinmek için içeri girerken Yura dışarı çıktı. Başhemşire başka bir işe gitmek için sabırsızlıkla döndü; aynı anda Kapitoli- iia Matveyevna geldi.

“Küçükhanım, aceleniz ne?”

“Ben…”

“Adınız nedir?”

“Mita.”

“Garip bir ad. Rus değilsiniz o halde?”

“Almanım.”

“Bizi beklettiniz.”

“Rica ederim bağışlayın beni. İlâçlar için imza vermek ve…”

Beni dinleyin, Mita. Kocamın önemli bir memur, ünlü bir kişi olduğunu bilmenizi isterim. Adı Pavel Nikolayeviç’dir.”

“Pavel Nikolayeviç, güzel, aklımda tutacağım.”

“Anlarsınız, kocam iyi bakıma alışmıştır. Üstelik de şimdi hasta. Yatağının başında bekleyecek bir gececi ve bir gündüzcü hastabakıcı bulunduramaz mıyız?”

Mita’nın kaygılı yüz ifadesi daha çok karıştı. Başını salladı.

“Ameliyathane dışında üç hastabakıcımız var, bunlar da gün boyunca altmış hastaya bakıyorlar. Geceleri de iki tane.”

“Bakın, görüyorsunuz! İnsan burada ölebilir, yardım ister ama kimse gelmez.”

“Neden böyle konuşuyorsunuz? Yardıma ihtiyacı olan herkese koşuyoruz.”

“Pavel Nikolayeviç ‘herkes’ değildir. Üstelik hastabakıcılarınız değişiyor.”

“Evet, on iki saatte bir nöbet değiştirirler.”

“Ne kadar gelişigüzel bir bakım! Kızım ve ben elimizden gelse yatağının başında beklemekten zevk alırız. Kendi hesabımıza bir hastabakıcı tutabilirim. Ama bunun imkânsız olduğunu söylediler. Öyle mi?”

“Böyle bir şeye izin verilmediğini sanıyorum. Şimdiye kadar hiç böyle bir şey yapan olmadı. Hatta koğuşta hastabakıcının sandalyesine bile yer yok.”

“Allahım, koğuşun nasıl bir yer olduğunu hayal edebiliyorum. Şu koğuşa bir göz atsam iyi olur. Kaç yatak var?”

“Dokuz. Hastanızın doğrudan doğruya koğuşa girmesi bile bir kazanç. Yeni gelen hastalar genellikle merdiven sahanlıklarındaki ya da koridorlardaki yataklara yatırılıyorlar.”

“Küçükhanım, rica ediyorum, birlikte çalıştığınız kişileri daha iyi tanırsınız, Pavel Nikolayeviç’in olağanın üzerinde bir ilgi görmesi için bir hastabakıcı, bir hademe bulamaz mısınız?”

Kapitolina Matveyevna büyük siyah çantasını açmıştı bile; içinden üç tane elli rublelik banknot çıkarıyordu. Kapitolina Matveyevna’nın yanında duran düz sarı perçemli oğlu arkasını döndü. Mita iki elini de arkasına götürdü.

“Hayır, hayır, kabul edemeyiz…”

“Ama bunu size vermiyorum ki!” dedi Kapitolina Matveyevna paraları hastabakıcıya uzatarak, “resmen ayarlanamadığına göre yapılacak işin karşılığını ödüyorum. Sizden istediğim tek şey, parayı dağıtmak iyiliğini göstermeniz.”

“Olmaz, olmaz!” dedi hastabakıcı, sesi buz gibiydi. “Biz böyle şeyler yapmayız.”

Kapı gıcırdadı; Pavel Nikolayeviç depodan çıktı, yeşilli kahverengili yeni pijamalarını, kürk astarlı sıcacık terliklerini giymişti. Hemen hemen dazlaklaşmış başında ahududu renginde, Orta Asya takkesi olan bir tyubeteika vardı. Boynunun yan tarafındaki yumruk büyüklüğündeki şişlik kışlık kaşkol ve manşon olmayınca daha da tehdit edici görünüyordu. Başmı dik tutamıyor, bir yana eğiyordu.

Oğlu sokak giysilerini toplayıp bavula koymak için depo odasına girdi. Parayı tekrar çantasının içine koyan karısı ilgiyle kocasına baktı. “Üşümeyecek misin? Kaim bornozunu almalıydık. Ben getiririm. İşte sana bir eşarp.”

Kapitolina Matveyevna eşarbı cebinden çekip çıkardı. “Sarın. Boynun üşümesin.” Kürkleri ve paltosu içinde kocasından üç kat daha iri duruyordu.

“Şimdi koğuşa git, yerleş. Çantadan yiyeceklerini çıkar, çevrene bir göz at, nelere ihtiyacın olabileceğini düşün. Ben burada bekleyeceğim. Aşağı gel söyle, istediklerini akşama getiririm.”

Kapitolina Matveyevna asla boş konuşmazdı, yerinde konuşurdu. Gerçek bir hayat arkadaşıydı. Pavel Nikolayeviç ona minnetle, acıyla baktı; sonra da oğluna.

“Demek yola çıkmaya hazırsın, Yura?” dedi.

“Tren bu gece hareket ediyor.”

Yura babasına karşı daima saygılıydı. Ama asla duygularım açığa vurmazdı, şimdi hastanede bırakıp gittiği bir babaya karşı bile duygularını belli etmiyordu. Her şeyi bir sessizlik içinde kabullenirdi. “İşte böyle oğlum. Bu senin ilk büyük memuriyetin olacak. Adımını doğru at. Azimli ol. Korkak olma! Yufka yüreklilik seni mahveder. Daima, özel bir kişi, Yura Rusanof olmadığını hatırla; sen kanunun tem-sil-ci-si-sin, anladın mı?”

Yura ister anlasın ister anlamasın Pavel Nikolayeviç daha kesin sözcükler düşünmekte güçlük çekiyordu. Mita yerinde duramıyor, gitmek için sabırsızlanıyordu.

“Ben burada annemle bekliyeceğim.”

Yura gülümsedi. “Daha vedalaşmayın, baba. Yukarı çıkın.”

“Koğuşa kendiniz gidebilir misiniz?” diye sordu Mita.

“Tanrım, adamcağız güçlükle yürüyor, yatağına kadar ona yardım edemez misiniz? Çantasını taşıyın.” dedi Kapitolina Matveyevna.

Kendi kendine karşı acımayla coşan Pavel Nikolayeviç karısına ve oğluna baktı, Mita’nın yardım için uzanan elini reddetti, trabzana tutanarak merdiveni çıkmaya başladı. Kalbi deli gibi atıyordu; yalnızca merdiveni çıkmak için sarfettiği güçten değildi bu. Merdiveni -nasıl demeli- darağacına tırmanan bir idam mahkûmu gibi çıkıyordu.

Pavel Nikolayeviç’in yiyecek çantasını kaparak önden koşan hastabakıcı, Maria adlı birine seslendi; daha Pavel Nikolayeviç birinci kat merdivenlerini çıkmazdan önce Mita yandan merdivenleri inmiş, Kapitolina Matveyevna’ya kocasının burada nasıl bakılacağını göstererek, koğuşta kalmıştı. Pavel Nikolayeviç ağır ağır yalnızca eski yapılarda görülen türden geniş, uzun bir sahanlığa ulaştı. Sahanlıkta dolu iki yatak vardı. Yanlarında ufak dolapları olmasına rağmen karyolalar, merdivenlerdeki gidiş gelişi kesmiyordu.

Hastalardan birinin durumu çok ağırdı; bitkindi, oksijeni emercesine içine çekiyordu. Hastanın umutsuz yüzüne bakmamaya çalışarak Rusanof döndü, geriye bakarak yürüdü, ikinci kat merdivenlerinin sonunda cesaretlendirici bir şey bulamadı. Hastabakıcı Maria oradaydı, ikona benzeyen esmer yüzünü ne bir gülümseme ne de bir hoşnutluk kapladı. Uzun, ince ve dimdik, bir asker gibi bekliyordu. Derhal öne düşerek üst sahanlığı geçti. Bu sahanlığa birçok kapı açılıyordu. Pavel Nikolayeviç aralık duran her kapıdan hastalarla dolu karyolalar görüyordu. Penceresiz bir köşede hastabakıcının masası vardı; üzerinde sonsuza dek aydınlatan bir masa lâmbası ve ilk yardım malzemesiyle, enjektörler duruyordu, duvarda; buzlu camı üzerinde Kızıl Haç işareti bulunan ilâç dolabı asılıydı. Bunun gerisinde, karyolalar uzanıyordu Maria kemikli uzun parmağıyla işaret ederek, «pencereden sonra ikinci karyola,» dedi.

Maria, koğuştan çıkmak için sabırsızlanmaya başlamıştı bile; hastanenin herkes üzerinde uyandırdığı o hoşnutsuzluk: Hiç kimse durmaz, hiç kimse iki çift lâf etmez.

Koğuşa açılan çift kanatlı kapı ardına kadar açık tutulurdu ama yine de Pavel Nikolayeviç, eşiği geçerken, nemli küf kokularıyla karışık bir havayla karşılaştı; kokulara karşı olan hassaslığı onun bu havaya dayanabilmesini güçleştiriyordu.

Karyolalar birbirlerine çok yakındı. Duvara dayatılmışlardı, aralarındaki küçük komodinler onları birbirlerinden ayırıyordu; odanın ortasındaki geçit ancak iki kişinin geçebileceği kadardı.

Bu geçitte; çizgili pijama giymiş, geniş omuzlu, tıknaz yapılı bir adam duruyordu. Bütün boynu hemen hemen kulak memelerine kadar sımsıkı, kat kat sarılmıştı. Beyaz sargı bezlerinin sıkılığı gür kahverengi saçlı, ağır, iri başını rahatça çevirmesini engelliyordu.

Hasta, boğuk bir sesle kendisini yatakta dinleyen başka bir hastayla konuşuyordu. Rusonof içeri girince geçitteki hasta başı sımsıkı yapıştırılmış, hareketsiz gibi görünen gövdesiyle döndü, Rusonof’a ilgisizce baktı.

“İşte bir kanserli daha geldi.” dedi.

Pavel Nikolayeviç bu senli benliliğe karşılık vermeyi gerekli bulmadı. Bütün odanın kendisine baktığını hissediyordu ama bu yabancı yüzlere bakarak karşılık vermeyi, hatta merhaba demeyi bile istemiyordu. Yalnızca kahverengi saçlı hastaya yoldan çekilmesi için işaret etti. Hasta Pavel Nikolayeviç’in geçmesine izin verdi; sonra aynı şekilde başı omuzlarına yapışıkmış gibi bütün gövdesiyle dönerek Rusonof’un karşısında durdu.

“Dinle, arkadaş, seninki ne cins kanser?” diye boğuk bir sesle sordu.

Bu sırada yatağına varmış olan Pavel Nikolayeviç’in üzerinde bu soru sinirlendirici bir etki yaptı. Küstah adama baktı; öfkesini kontrol altında tutmaya çalıştı (ama omuzları titriyordu) karşılık verdi:

“Hiçbir şey kanseri. Bende kanser yok.”

Kahverengi saçlı adam burnundan soluyarak, bütün koğuşun duyabileceği bir sesle kararını bildirdi:

“İşte bir aptal daha! Onda kanser yoksa niçin buraya koydular?”

 

* Aleksandr Soljenitsın, Kanser Koğuşu, çev. Özay Süsoy – Gönül Suveren, Altın Kitaplar Yayınevi,İstanbul, 1970, s. 7-15.

edebiyatvadisi

Next Post

Cümle Türleri

Per May 14 , 2020
CÜMLE ÇEŞİTLERİ

You May Like