Hacı Murat

Tolstoy’un “Hacı Murat” adlı romanından (*);

 

Tarlalar arasından geçerek eve dönüyordum. Tam yazın ortasıydı. Otlar yavaş yavaş kurumuş ve ekinler olgunlaşmaya başlamıştı. Bu mevsimde çiçek toplamak çok güzel ve iç açıcıdır. Göz alıcı, kokulu, kırmızı, beyaz ve pembe yoncalarla, menekşeler ve lalelerle dolu olurdu göz alabildiğine her taraf… Süt gibi beyaz, ortası açık sarı, mis gibi kokular saçan menekşeler, gözleri okşayan rengarenk laleler, beyaz çam çiçekleri, koyu yeşil renkli yapraklar ve otlar, güneşe karşı açık mavi çiçekler… Akşamları ve sonbaharın başladığı ilk zamanlarda açmaya başlayan kırmızımsı ve maviye çalan peygamber çiçekleri…

Bu güzel ve renkli kır çiçeklerinden toplayarak büyük bir demet yapmıştım. Yoluma devam ederken bir çukurun kenarında yükselmiş ahududu renginde (biz Rusların “Tatar dikeni” dediğimiz) bir deve dikeni gördüm. Ekinler biçilirken deve dikenlerinden korunmak için önce çevresindeki otlar temizlenir, sonra da Tatar dikeni kesilirdi. Tatar dikeninden küçük bir dal kopararak çiçek demetime almak istedim. Çukurun kenarına tırmanıp çiçekler arasına saklanarak orada uyuyan bir eşek arısını kovaladıktan sonra dikeni koparmaya çalıştım. Ancak bu iş o kadar kolay değildi. Dikenin dallarını koparabilmek için önce mendilimi elime sardım. Sonra sapından tutarak bütün dallarını kopardım. Beş dakikadan fazla uğraştıktan sonra dikeni kopardığımda zedelenmiş çiçeklerin eski güzelliği kalmamıştı.

Demeti oluşturan çiçekler arasında Tatar dikeninin bu hâliyle bulunması güzelliği bozuyordu.Dalında o kadar güzel ve göz alıcı görünen çiçeği kopardığım için pişman oldum ve onu demetten çıkarıp attım.

Bir Tatar dikeninde bile ne kadar güçlü bir yaşama isteği vardı.

“Hayatını ne kadar pahalıya satmak istiyor. Kendini ne kadar ümitsiz bir şekilde savunuyor.” diye düşündüm. Evime giden yol, yeni açılmış bir tarladan geçiyordu. Oldukça bozuk ve çamurlu olan bu yoldan gitmemek için sağa saparak yürümeye devam ettim.

Bir çiftlik sahibinin iyi sürülmüş bu tarlası, oldukça büyük bir araziye yayılmıştı. İşi çok iyi bilen biri tarafından sürülmüş olan tarlanın tepeye uzayıp giden yamaçlarında en küçük zararlı bir ot dahi gözükmüyordu. Her yanı iyice sürülmüş, düz ve siyah bir toprak gibi görünüyordu. Tarlanın ortasında durup bu siyah toprak üzerinde, yeşilliği seyredebilmek için çevreme bakındım.

İnsanların kendi hayatlarını kazanmak ve işe yaramaz, zararlı canlıları söküp atmak için nasıl bir yok etme hırsı beslediklerini düşündüm. Daha sonra, ileride yolun sağ tarafında gözüme bir çalılık ilişti.  Yanına yaklaştığım zaman onun da biraz önce koparıp yere attığım Tatar dikeni çiçeğinden olduğunu gördüm. Bu diken kümesi üç fidandan oluşuyordu. Fidanın birisi, eli kesilmiş bir kol gibi göğe yükseliyordu. Diğer ikisinin ise sadece birer goncaları vardı.

İlk açtıklarında kırmızı olan bu çiçekler artık solmaya başlamışlardı. Fidanlardan birinin ucu, kirli çiçekler içine düşmüştü. Diğer fidan da pislik içinde kamıştı ama diğeri gibi boynu bükük değildi. Bu fidanların üzerinden bir araba geçtikten sonra bile boynu biraz eğik dursa da birinin yine belini doğrultarak yaşamaya çalıştığı bilinirdi. O fidan, bu hâliyle kolları koparılmış, gözleri oyulmuş, karnı parçalanmış ve etrafındaki bütün arkadaşları kılıçtan geçirilmiş olmasına rağmen dimdik duran, teslim olmak istemeyen bir askere benziyordu.

“İnsanoğlu her şeyin üstesinden geliyor, milyonlarca bitkiyi yok ediyor ama Tatar dikenini neden esir alamıyor? Tanrım! Bu nasıl yaşama bağlılıktır?” diye düşündüm.

I

1850 Kasım ayının sonlarına doğru soğuk bir akşam, Rus sınırından biraz uzakta, bacalarından tezek dumanları yükselen ve her zaman Ruslarla savaşmaya hazır durumdaki Mahket isimli Çeçen köyüne Hacı Murat gelmişti.

Yanık sesli bir müezzinin göğe yükselttiği ezan bittikten sonra onun yerini, çeşmenin aşağı taraflarından gelen kadın ve çocuk seslerine karışan koyun meleyişleri, öküz böğürüşleri almıştı. Bal petekleri gibi yan yana yapılmış kulübelerin üzerinden aşağıdaki dağların bol dumanlı tepelerine doğru yankılanan tek şey, kavga eden insanların sesleri ve bu kargaşadan çıkan gürültüydü.

Hacı Murat, çok cesur ve kahramanca hareketlerinden dolayı kısa sürede Şeyh Şamil’in beğeni ve güvenini kazanmış, hatta bununla kalmayan Şey Şamil, ona idarecilik rütbesi de vermişti.

Ünü insanlar arasında iyiden iyiye yayılmış olan bu Kafkas aslanı, Hacı Murat ile kendi adamları olduğu zaman dolaşmayı çok severdi. Güçlü sezgileri sayesinde her türlü kötü duruma karşı tedbirli davranmaktaydı. Ancak bu kez, başında bir Çerkez kalpağı, sırtından altından namlu ucu ile dipçiği görünen tüfeği ve yanında sadece bir arkadaşı olduğu hâlde yola çıkmıştı. Kimse kendisini tanımasın diye bu kıyafeti özellikle giymişti. Kocaman siyah gözleri, baktığı her köylünün içine bir korku salıyordu. Köyün ortasına geldiğinde caddeden saparak soldaki dar bir sokağa yöneldi. İkinci kulübenin önüne gelince durdu. Etrafına bakınmaya başladı. Bu kulübenin içinde de hiç kimse yoktu. Ama çatı üzerinde ve balçıkla yeni sıvanmış bacanın dibinde koyun postuna uzanmış biri yatıyordu. Hacı Murat, adamı kamçısının ucuyla dürterek uyandırdı.

Başına gecelik takkesini geçirmiş, sırtında yağları parıldayan eski bir Tatar gömleği giymiş olan ak sakallı ihtiyar, postun altından kafasını kaldırdı. Kızarmış ve çapaklı gözlerini kısarak baktı. Hacı Murat, her zamanki gibi:

“Selamünaleyküm!” diyerek ihtiyarı selamladı.

Yaşlı adam:

“Aleykümselam” derken karşısındakini tanıdığını dişleri olmayan ağzıyla gülümseyerek belli etmişti. Sonra zayıf bacaklarının üzerinde doğruldu. Yanında duran, tahtadan yapılmış ayakkabılarını giydi. Kollarını sırtındaki eski koyun postunun içine saklayarak çatıdan yavaş yavaş indi. Yaşlı adam, giyinirken ve aşağıya inerken başını zayıf ve buruşuk boynunun üzerine eğerek bir şeyler mırıldanıyordu. Aşağıya indikten sonra iyi yetiştirilmiş bir asker gibi sağ eliyle atın geminden, sol eliyle de üzengisinden tutarak Hacı Murat’ın inmesine yardım etmeye yeltendi. Bu arada bu büyük devlet adamının kuvvetli ve çevik yardımcısı, hemen atından atladı ve yaşlı adamı bir kenara iterek bu görevi kendisi yaptı. Hacı Murat attan inmiş ve hafifçe topallayarak kulübenin saçağının altına gelmişti.

Bu sırada, on beş yaşlarında bir genç de kulübeden dışarıya çıkarak onlara doğru geliyordu. Parlak ve üzüm gibi siyah olan gözlerini misafire çevirmişti. Yaşlı adam, çocuğa seslendi:

“Camiye git! Babanı çağır!”

Hacı Murat, öne geçti ve kulübenin eski kapısını iterek açtı. İçeriye girdiğinde sarı gömlekli, mavi şalvarlı ve kırmızı renkli elbise giymiş yaşlı bir kadının birkaç şilte taşıdığını gördü. Kadın, büyük bir saygı ile eğilerek misafiri selamladı:

“Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz!” dedi ve taşımakta olduğu şilteleri misafirin oturacağı yere serdi.

Hacı Murat:

“Allah oğluna uzun ömürler versin.” dedi ve tüfek ile kılcını çıkararak ihtiyara teslim etti.

Yaşlı adam, badanalanmış olan duvardaki çiviye, kendi tüfeklerinin yanına Hacı Murat’ınkileri de astı. Hacı Murat, tabancasını emniyete almış ve şilte üzerine geçip oturmuştu. Adam misafirin yanına diz çökerek gözlerini kapattı ve ellerini göğe doğru kaldırdı. Hacı Murat da ellerini aynı şekilde kaldırarak birlikte dua ettikten sonra her ikisi de “âmin” deyip yüz ve sakallarını sıvazladılar.

Hacı Murat:

“Nasılsın? Ne var ne yok?” diye sordu.

İhtiyar, fersiz ve kanlanmış gözlerini misafirin yüzünden çevirerek yere eğdi:

“Hiçbir haber yok. Ben arı kovanlarının yanında yatıyordum. Sadece oğlumu görmek için buraya geldim. Her şeyi o bilir.” diyerek sustu.

Hacı Murat, ihtiyarın her şeyi bildiğini ama konuşmak istemediğini anladığı için başka bir şey sormadı. Biraz sonra ihtiyar:

“Güzel haberler var mı?” sorusuyla sessizliği bozmak ve odanın havasındaki ağırlığı dağıtmak istedi. Sonra da bütün ciddiyetiyle:

“Tavşanlar, kartalları avlamak için hâlâ tartışıyorlar. Halbuki onlar tavşanları birer birer yakalayıp parçalıyorlar. Geçen hafta köpek Ruslar, Niçisrin otlarını yaktılar. Allah onların belalarını versin!” diyordu.

Tam o sırada Hacı Murat’ın arkadaşı içeri girdi. Kuvvetli bacaklarının geniş adımları ile toprak döşeli odanın içinde ilerleyip Hacı Murat gibi tabancasıyla kamasını  yanına alıp tüfek ve kılıcını çıkarıp efendisinin silahının yanına astı.

İhtiyar:

“Bu kimdir?” diye sordu.

Hacı Murat:

“Benim yoldaşım, adı Ali İldar’dır.” dedi.

İhtiyar:

“Pekâlâ!” diyerek Hacı Murat’ın yanındaki şiltenin üzerinde yeni gelen adama yer gösterdi. İldar da şiltenin üzerine geçerek diz üstü oturdu. İri gözlerini ihtiyara dikti.

İhtiyar, köy delikanlılarının geçen hafta iki Rus askerini nasıl esir ettiklerini, birini öldürüp diğerini ise Şeyh Şamil’e gönderdiklerini anlatıyordu. Hacı Murat, bu sözleri dalgın dalgın dinliyor, ara sıra da dışarıdaki gürültüye kulak kabartıyordu.

Gerçekten de kapı önünden gelen ayak sesleri duyulmaya başlamıştı. Az sonra kapı gürültü ile açıldı ve içeri ev sahibi girdi. Bu adam kırk yaşlarında, kısa sakallı, uzun burunlu, onu camiden çağıran oğlu kadar parlak olmayan siyah gözlü bir adamdı. İçeri girdiğinde kapının yanında ayakkabılarını çıkardı. Eskimiş kalpağını çıkarınca, ne zamandan beri tıraş yüzü görmemiş uzun ve siyah saçları ortaya çıktı. Hacı Murat’ın yanına gelerek diz çöktü.

İhtiyar, yine gözlerini kapatıp dua ettikten sonra konuştu:

“Hacı Murat’ın ölü veya diri ele geçirilmesi hakkında Şeyh Şamil’in emrini getiren adam daha bir gün önce buradan ayrıldı. Halk, Şeyh Şamil’in emrine itaatsizlik edemez. Bu yüzden çok dikkatli olmak gerek.”

Bu söz üzerine ev sahibi Sadi söze karışarak:

“Ben sağ oldukça evimdeki misafirime kimse dokunamaz! Fakat köy dışında karşılaşılacak olan durumu iyice düşünmeliyiz.” dedi.

Hacı Murat, bu sözleri tam bir dikkatle dinliyor ve onayladığını belli edercesine başını sallıyordu. Sadi sözünü bitirince Hacı Murat:

“Öyleyse Ruslara bir haberciyle mektup göndermeliyim. Arkadaşım bıu görevi mükemmel yapabilir. Fakat ona benim yol göstermem gerekir.1 dedi.

Sadi:

“Bunu benim oğlum da yapabilir.” derken oğluna dönerek:

“Şimdi git ve Fato’yu çağır!” dedi.

Genç çocuk yayından boşalan bir ok gibi yerinden fırladı. On dakika sonra çocukla birlikte sırtına sarı şerit işlemeli, yenleri yırtmaçlı Çerkez ceketi giymiş ve yüzü güneşten yanmış cılız bir Çeçen odaya girmişti. Hacı Murat, yeni gelen adamı selamladı ve:

“Arkadaşımı Rusların yanına götürebilir misin?” diye sordu.

Fato:

“Yapabilirim. Benden istenen her şeyi başarabilecek biriyim. Bana hiçbir Çeçen karşı çıkamaz. Bazıları çok şey vaat eder ama bunu başaramazlar. Ama ben bu işi yapabilirim.” diye karşılık verdi.

Hacı Murat:

“Tamam, öyleyse” dedi ve üç parmağını kaldırarak işaret verdi:

“Sana yaptığın iş karşılığında üç ruble verilecek.” dedi.

Fato, anladığını göstermek için başını hafifçe salladı ve eğdikten sonra:

“Ben bu hizmeti para için değil, misafirimiz Hacı Murat’ın hatırı için yapacağım. Bütün dağlılar beni tanır.Hınzır Rusları nasıl tepelediğimi herkes bilir.”

Hacı Murat:

“Tamam… İp uzun, söz kısa olmalıdır!” dedi.

“Ben de susuyorum.”

“Argun köyünün karşısındaki yüksek tepenin yanındaki mezarlıkta ot yığını var, biliyor musun?”

“Biliyorum.”

“Orada üç atlı seni bekliyor. Onlara Han Mehmet’i sorarsın. Kendisini Rusların başkomutanı Prens Voronsof’a götürürsün. O, prense ne söyleneceğini, orada ne yapılacağını bilir. Bunu yapabilir misin?”

“Elbette, yapabilirim!”

“Peki, oraya gittikten sonra dönebilir misin?”

“Allah izin verirse…”

“Dönüşte, Han Mehmet’i ormana kadar getir. Ben orada sizi bekliyor olacağım.”

“Merak etmeyin, söylediklerinizin hepsini yapacağım.” diyen Fato, saygılı bir şekilde ellerini göğsü üzerinde birleştirerek dışarı çıktı.

Fato, dışarıya çıktıktan sonra Hacı Murat, ev sahibine dönerek:

“Gehi köyüne de bir adam göndermek isterim. Orada yapılması gereken bazı işler var.” dedi.

Sonra eliyle Çerkez ceketinin cebinden bir fişek çıkarırken iki kadının odaya girdiklerini gördü, hemen fişeği cebine soktu ve sustu.

Bu kadınlardan zayıf ve yaşlı olanı biraz önce odaya şilte getiren, Sadi’nin karısı idi. Diğeri, boynunda dizili altınla süslü, kırmızı şalvar, yeşil entari giymiş çok güzel ve genç bir kızdı. Onun da babası ve kardeşi gibi siyah olan gözleri, yüzüne ayrı bir güzellik katıyordu. Kız, misafirlerin yüzüne bakmıyor fakat onların varlığını hissettiğini hareketleri ile gösteriyordu.

Sadi’nin karısı alçak ve yuvarlak bir sofra üstüne çay, börek, yağlı kete, mantı, peynir ve bal dizmişti. Kızı da elinde leğen ve ibrik tutuyordu. Kadınlar yumuşak, kırmızı renkli ökçesiz terlikler içindeki ayaklarıyla gezindikleri sırada Hacı Murat’la ev sahibi sessizliğini koruyorlardı. İldar da kadınlar odada oldukları sürece gözlerini dizlerine dikmiş, sessiz ve sakin duruyordu.

Kadınlar dışarıya çıkıp ayak sesleri kesildiğinde İldar derin bir nefes aldı, Hacı Murat da ceketinin cebinden fişeğe sarılmış bir pusula çıkardı. Pusulayı ev sahibine göstererek:

“Bu kâğıdın oğluma gitmesi gerekiyor.” dedi.

Sadi:

“Pusulanın cevabı kime gelecek?” diye sordu.

“Bana… Bunu da sen getireceksin!”

“Baş üstüne!” diyen Sadi, kâğıdı cebine koydu. Sonra leğenle ibriği eline alarak Hacı Murat’ın yanına getirdi. Hacı Murat, beyaz kollarını bileklerine kadar sıvayarak Sadi’nin elindeki ibrikten dökülen soğuk su ile ellerini yıkadıktan sonra temiz ve beyaz bir havlu ile kurulayarak sofraya oturdu. İldar da onun gibi yaptı.

“Misafirler, yemek yerken Sadi de karşılarına oturmuş, bu ziyaretten dolayı kendilerine teşekkür ediyor, oğlu ise kapının önünde oturmuş, siyah ve parlak gözlerini bir saniye bile Hacı Murat’tan ayırmayarak babasının sözlerini tebessümle dinliyordu.

Hacı Murat, yirmi dört saatten beri bir şey yememiş olmasına rağmen yalnız ekmek ve peynirden bir parça almış ve kamasının altında saklı olan küçük bıçağını çıkararak baldan biraz koparıp ekmeğinin üzerine sürmüştü. Hacı Murat’ın baldan yediğini gören ihtiyar:

“Bizim balımız çok iyidir. Bu yıla bal yılı denilebilir. Hem iyi hem de bereketli oldu.”

Sözleriyle, misafirin bala iltifat etmesinden doğan memnuniyetini göstermek istemişti. Hacı Murat, biraz yedikten sonra:

“Elhamdülillah” deyip sofradan kalktı. İldar, canı biraz daha yemek istediği hâlde efendisinin hareketine uyarak sofradan kalkmış, leğenle ibriğe koşmuştu.

Hacı Murat’la Şeyh Şamil’in arası açıldıktan sonra bu misafiri evine kabul etmekle hayatını tehlikeye soktuğunu ve hata bütün köy halkının idam cezasına çarptırılma tehlikesi ile karşı karşıya kaldığını iyi bilen Sadi, buna rağmen sakin görünüyordu. Köylüler, Hacı Murat’ı misafir ettiğini öğrendiğinde ondan hemen teslim olmasını isteyeceklerinden şüphesi yoktu. Fakat o, bu şüphe ve endişesini hissettirmeden misafirini memnun etmeye çalışıyor ve onu korumayı kahramanlık sayıyordu. Bu hareketinden gurur duyarak:

“Sen benim evimde oldukça ve bu baş yerinde durdukça kimse bir şey yapamaz!” sözlerini tekrar edip duruyordu. Bu sözlerin samimiyetini Sadi’nin parlak gözlerinden okuyan Hacı Murat, ciddi bir memnuniyetle:

“Allah, sana uzun bir ömür ve sürekli bir mutluluk versin.”

Sadi, Hacı Murat’ın bu duasına karşı teşekkürlerini sessiz bir eda ile ellerini göğsüne götürmek suretiyle sundu. Ev sahibi pencereyi kapattıktan ve odunları ocağa yerleştirdikten sonra misafir odasından çıkarak ailesinin bulunduğu odaya geçti.

Kadınlar hâlâ uyumamış, öteki odadaki tehlikeli misafirlerini konuşuyorlardı….

 

(*) Lev Nikolayeviç Tolstoy, Hacı Murat, çev. Mete Can, Ampora Yayınları, istanbul, 2006, s. 5 – 15.

edebiyatvadisi

Next Post

Kanser Koğuşu

Çar May 6 , 2020
Aleksandr Soljenitsın’ın “Kanser Koğuşu” adlı romanından (*);   BİRİNCİ KISIM Birinci Bölüm   Hastanenin kanserliler bölümü 13’üncü koğuştu. Pavel Nikolayeviç Rusanof batıl inançları olan bir kişi değildi ama kayıt fişine «13’üncü koğuş» yazdıkları zaman içinde birşeylerin çöktüğünü hissetti. Koğuşa “13” değil de “protez” ya da “barsak hastalıkları koğuşu” gibi bir […]

You May Like