Yol

Jack London’ın “Yol” romanından (*);

…Kapıyı hafifçe vurdum. Kapıyı açan orta yaşlı kadının yumuşak anlatımlı yüzünü görür görmez, sanki bir ilham perisi tarafından kafamın içine getirilip konulmuş gibi, anlatacağım “hikâye” kendiliğinden doğuverdi. Zira şurasını unutmamak gerekir ki bir dilencinin başarısı, hikâye anlatmaktaki yeteneğine bağlıdır. Her şeyden önce hiç vakit kaybetmeden dilencinin kurbanını “pençesine alması” gerekir. Ondan sonra, pençesine aldığı kurbanının kişilik ve yaratılışına seslenebilecek bir hikâye anlatmalıdır. İşte işin asıl zor yanı da burada başlar; dilenci, kurbanını yakalar yakalamaz hikâyeye başlamak zorundadır. Hazırlanmak için kaybedecek bir dakika bile vakti yoktur. Bir şimşek gibi kurbanının ne yaratılışta bir insan olduğunu tahmin edip onu can evinden vuracak bir hikâyeyi hemen o anda uyduruvermelidir –üstelik de yaratacağı şeyi kendi imgeleminin haznesinden seçeceği bir tema üzerinde değil, erkek, kadın ya da çocuk, sevimli ya da sevimsiz, cömert ya da cimri, uysal ya da aksi, beyaz ya da siyah, dindar ya da dinsiz, ırkçı ya da ırkçı olmayan, kibar ya da kaba saba, her ne olursa- kapıyı açan kimsenin yüzünde okuduğu tema üzerinde kurmalıdır. Hikâye yazarı olarak kazandığım başarının büyük bölümünü serserilik günlerimdeki bu eğitime borçlu bulunduğumu düşünmüşümdür çok kere. Yaşamamı sağlayan yiyeceği elde edebilmek için gerçek izlenimi bırakan hikâyeler anlatmak zorundaydım. Kısa hikâye sanatı üzerine yetkili herkesin teslim ettiği, hikâyelerimdeki inandırıcılık ve içtenlik niteliklerini, arka kapıların eşiklerinde, amansız bir sıkıntı geliştirmiştir. Ayrıca beni gerçekçi bir yazar yapan şeyin de serserilikteki çıraklık günlerim olduğu inancındayım. Gerçekçilik, insanın mutfak kapısı eşiğinde, bir lokma ekmekle değiş tokuş edebileceği biricik malıdır.

Sonuçta sanat dediğimiz şey, mükemmel bir ustalıktır; ustalık da pek çok “hikâye”yi kurtarır. Manitoba’da, Winnipeg şehrinde bir polis karakolunda yattığımı hatırlarım. Kanada Pasifik Demiryolu ile batıya gitmek niyetindeydim. Tabii, polis hikâyemi dinlemek istedi, ben de anlattım -hemen o anda aklıma gelen- hikâyeyi. Polislerin ömrü karada hem de koskoca bir kara parçasının göbeğinde geçtiği için, onlara anlatılacak en güzel hikâye bir deniz hikâyesinden başka ne olabilirdi? Böyle bir hikâyenin doğru olup olmadığını anlayamazlardı onlar. Böylece, onlara cehennem gemisi Glenmore’da geçen korkunç yaşantımı hikâye ettim (Glenmore’u bir kez San Francisco körfezinde, demirli görmüştüm.).

Bir İngiliz miçosu olduğumu söyledim onlara. Onlar ise hiç de bir İngiliz çocuğu gibi konuşmadığımı söylediler. Hemen o anda yeni bir şey yaratıp yaratmamak bana kalmış bir şeydi. Amerika Birleşik Devletleri’nde doğmuş, orada büyümüştüm. Annemle babamın ölümü üzerine, İngiltere’ye dedemle ninemin yanına gönderilmiştim. Beni Glenmore’a çırak veren de onlardı işte. İnşallah Glenmore’un kaptanı beni affeder, zira o gece, Winnipeg’deki polis karakolunda adamı öyle kötü karakterli biri olarak gösterdim ki! O ne zalimlik! O ne gaddarlık! İşkenceler icat etmekte o ne şeytani yetenek! Glenmore’dan Montreal’de niçin kaçtığımı bütün bunlar açıklıyordu.

Peki ama dedemle ninem İngiltere’delerken ben ne diye Kanada’nın göbeğindeymişim ve neden batıya doğru gidiyormuşum? Hemen California’da yaşayan evli bir abla yaratıverdim. O abla bana bakacaktı. Onun ne kadar iyi yürekli bir insan olduğunu uzun uzadıya anlattım. Ne var ki o taş yürekli polisler kolay kolay yakamı bırakmak niyetinde değillerdi. Glenmore’a İngiltere’den bindiğime göre, Montreal’de gemiden ayrıldığım ana kadar geçen iki yıllık süre içinde Glenmore neler yapmış, nerelere gitmiş? Bunun üzerine bu kara adamlarına benimle birlikte hemen dünya çevresinde bir tur attırdım. Gümbürdeyen dalgaların tokatını yiyerek, serpintilerin kamçısı altında, benimle birlikte Japonya kıyıları açığında tayfunla boğuştular. Yedi Denizlerin bütün limanlarında benimle birlikte gemiye mal yükleyip gemiden mal boşalttılar. Onları Hindistan’a Rangoon’a, Çin’e götürdüm, onlara benimle birlikte Horn burnu açıklarında buz kırdırdım ve sonunda onları Montreal iskelesine getirip bıraktım.

Onun üzerine bana biraz beklememi söylediler; ben sobada ısınır ve bana hazırladıkları tuzağın ne olabileceğini keşfedebilmek için kafa patlatırken polislerden biri çıkıp gecenin içinde kayboldu.

Adamı, dışarı çıkan polisin ardında kapıdan girerken görünce bir inilti koyverdim. O minik altın küpeleri kulağa takan şey bir çingenenin gösterişçiliği, süse düşkünlüğü olamazdı, yüzünün derisini kırışık bir meşin hâline getiren şey kır rüzgârları olamazdı; yürüyüşündeki çok şeyler anlatan salıntıyı da ne kar fırtınaları ne de dağlar, bayırlar vermiş olabilirdi. Hele bana bakan o gözler -yanılma olanağı yoktu- denizle yıkanmış gözlerdi bunlar. İşte sana bir tema ki ne tema! Bütün polisler beni gözlerken -ne Çin denizine gitmiş ne Horn burnunu dolaşmış ne de ömründe Hindistan’ı ya da Rangoon’u görmüş olan ben- bu yüzdeki temayı okuyaydım bakalım şimdi.

Dehşetli bir umutsuzluk kapladı yüreğimi. Kulakları küpeli, yüzü kırış kırış bu deniz kurdu biçiminde, önümde felaket dikiliyordu benim. Kimmiş bu adam? Neymiş? O beni anlamadan, benim onu anlamam gerekliydi. Kendimi bu yeni duruma göre hemen ayarlamalıydım, yoksa bu taş yürekli polisler bir hapishane hücresi ayarlayıverirlerdi benim için. Adamın neler bildiğini ben daha anlamadan o bana bir şey soracak olursa, hapı yuttuğumun resmiydi.

Ama umutsuz durumumu, Winnipeg kamu huzurunun o vaşak gözlü koruyucularına belli ettim mi? Asla! O çaçaya, boğulmak üzere denizde olan birinin son anda fırlatılan can simidine can havliyle sarıldığı vakit göstereceği sevinç duygusunu taklit ederek, gözlerimde büyük bir memnunluk ve rahatlama anlatımıyla baktım. İşte sonunda beni anlayacak, hikâyemin doğruluğunu, beni anlamak istemeyen bu polis köpeklerinin suratına karşı onaylayacak biri çıkmıştı ya da hiç değilse oynayacağım rol öyle olacaktı. Hemen adama sarıldım; kendisi hakkında bir soru yağmuruna tuttum onu. Yargıçlarımın önünde kurtarıcının karakterini, o beni kurtarmadan ispat edecektim.

İyi yürekli bir denizciydi -kolay bir “lokma”ydı-. Ben onu sorguya çekerken, polisler sabırsızlandı. Sonunda içlerinden biri çenemi kapatmamı söyledi. Ben de kapattım çenemi ama bir yandan da ikinci perdede oynayacağım rolün senaryosunu, planını hazırlıyordum harıl harıl kafamda. Bu işi yürütecek kadarını öğrenmiştim. Adam Fransızdı. Bir sefer dışında hep Fransız gemilerinde bulunmuş. En önemlisi de -Allah razı olsun!- yirmi yıldır denize çıkmamış.

Polis, beni sorguya çeksin diye sıkıştırıyordu adamı.

“Rangoon mu demiştin?” diye sordu.

Başımla doğruladım. “Bizim üçüncü kaptanı orada karaya çıkardık. Humma.”

Eğer ne humması olduğunu sorsaydı -ne biçim bir şey olduğunu hiç bilmediğim hâlde- hemen “bağırsak humması” diye yapıştıracaktım cevabı. Ne var ki sormadı oda. Onun yerine ikinci sorusu şu oldu:

“Ey, asıl bir yer bu Rangoon, bakalım?”

“İyi bir yer. Biz oradayken çok yağmur yağdı.”

“Kara izni alıp çıktın mı?”

“Tabii!” dedim, “Miçolardan üç kişi birlikte çıktık.”

“Tapınağı hatırlıyor musun?”

“Hangi tapınağı?” diye kaçamak bir cevap verdim.

“Büyük tapınak, hani merdivenlerin üst başındaki.”

O tapınağı hatırlayacak olursam, tarif etmem gerekeceğini biliyordum. Önümde uçurum belirmiş, beni yutmaya hazırlanıyordu.

Hayır anlamında başımı salladım.

“Limanın her yanından görünür tapınak,” dedi denizci. “O tapınağı görmek için karaya çıkman gerekmez ki.”

Hayatımda bir tapınaktan bu kadar nefret ettiğimi hatırlamıyorum. Ama Rangoon’daki o tapınağın hakkından geldim.

“Limandan göremezsin onu,” diye itiraz ettim.”Şehirden de göremezsin. Merdivenlerin başından da göremezsin. Çünkü…” sözlerimin ne etki yarattığını bekledim bir an. “Çünkü, orada tapınak mapınak yok.”

“Ama ben gözlerimle gördüm!” diye bağırdı çaça.

“Ne zamandı bu, hangi tarihte?”

“Yetmiş bir.”

“Tapınak 1887 depreminde yerle bir oldu. Çok eski bir tapınaktı.” diye açıkladım.

Bir sessizlik oldu. İhtiyar denizci, gençliğinde gördüğü, deniz kıyısındaki o güzelim tapınağı gözünün önünde canlandırmaya çalışıyordu.

“Merdivenler hâlâ yerinde duruyor.” diye ona yardımda bulundum. “Merdivenler bütün limandan görülüyor. Limana girişte sağ yana düşen o küçük adayı hatırlıyor musun?”

Herhalde bir ada varmış orada (ben bu arada adayı sağdan sola almaya hazırlamıştım kendimi) zira adam başıyla onayladı. “Şimdi yok o ada,” dedim. “Adanın yerinde yedi kulaç su var şimdi.”

Soluk almak için bir anlık vakit kazanmıştım. Gemici zamanın getirdiği değişiklikler üzerine derin derin düşünürken ben de hikâyemin son rötuşlarını hazırladım.

“Bombay’daki gümrük yapısını hatırlıyorsun, değil mi?”

Adam hatırlıyormuş.

“Yandı, yerle bir oldu,” dedim.

“Jim Wan’ı hatırlıyor musun?” diye o atıldı bu sefer.

“Öldü,” dedim ama bu Jim Wan’ın kim olduğundan da zerre kadar haberim yoktu.

Yeniden tehlikeli bir duruma düşmüştüm.

Hemencecik, “Peki sen Şanghay’daki Billy Harper’i hatırlar mısın?” diye yapıştırdım soruyu.

Yaşlı denizci hatırlamak için zorladı durdu kafasını ama benim imgelerimin ürünü olan Billy Harper’i zayıflamış belleği içinde bulup çıkaramadı.

“Tabii hatırlayacaksın canım Billy Harper’i” diye üsteledim. “Herkes tanır onu. Kırk yıldan beri Şanghay’da yaşıyordu adam. Hâlâ Şanghay’dadır kendisi, diyeceğim buydu.”

İşte ondan sonra bir mucize oldu. Yaşlı denizci, Billy Harper’i hatırladı. Belki gerçekten de bir Billy Harper vardı, belki gerçekten de kırk yıldır Şanghay’da yaşamaktaydı ve belki hâlâ oradaydı ama benim bütün bunlardan hiç mi hiç haberim yoktu.

Daha yarım saat denizciyle bu minval üzere konuştuk. Sonunda polislere benim kendi hakkımda anlattıklarımın doğru olduğunu söyledi. O gece beni karakolda barındırdılar, sabahleyin de kahvaltımı yedirip San Francisco’daki evli ablamın yanına, batıya gitmek üzere beni salıverdiler…

 

* Yol, Jack London, Türkçesi: Mete Ergin, Engin Yayıncılık, istanbul, 1991, s. 27-32.

edebiyatvadisi

Next Post

Haklar ve İletişim

Paz Tem 7 , 2019
Sitemizdeki tüm sorular özgün olup emeğe saygı çerçevesinde başka sitelerde yayımlanması, kopyalanıp dağıtılması yasaktır.  Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için edebiyatvadisi@hotmail.com adresinden bize ulaşabilirsiniz.

You May Like