Honore de Balzac’ın “Köylüler” adlı romanından;
Toprağın var mı savaşın var!
II
Vergilius’un Unuttuğu Bir Çoban Şiiri
Bir Parisli kıra gittiği zaman bütün alışkanlıklarından yoksun kalır ve dostlarının sıcak ilgisine karşın, kısa sürede zamanın ne kadar ağır ilerlediğini hisseder. Ev sahipleriyle ev sahibeleri baş başa yapılan söyleşileri uzun süre sürdürmenin olanaksızlığı karşısında çabucak yorularak “Gerçekten de kır yaşamının tadını çıkarmak için orayla ilgilenmek, yapılan işlerden anlamak ve insan yaşamının ölümsüz simgesi olan güçlüklerle mutluluğun birlikteliğini bilmek gerekir.
Uyku düzene girip yol yorgunluğu atıldıktan ve kır yaşamının alışkanlıkları benimsendikten sonra ne avcı ne de çiftçi olan ve ince deriden zarif çizmeler giyen bir Parislinin bir şatoda geçireceği en zor saatler olan sabah saatleri başlar. Uyanma saati ile kahvaltı saati arasında kadınlar ya uykudadır ya da giyinmek için hazırlanırlar. Yanlarına yanaşamazsınız. Ev sahibi erkenden işine gitmiştir. Parisli saat sekizle on bir arasında yapayalnız kalacaktır öyleyse. Hemen hemen bütün şatolarda kahvaltının yapıldığı saattir on bir. Oysa tuvaletine özen göstererek oyalanmaya çalıştıktan sonra eğer gerçekleştirilmesi mümkün olmayan ve yalnız zorluklarını kavrayarak dokunmadan geri getireceği bir iş getirmemişse yanında, bir süre sonra bu olanağı da tüketir. Parkın ara yollarında dönüp durarak, aval aval çevreye bakarak iri ağaçları saymak zorunda kalacaktır, oysa insanın yaşamı ne kadar gerçekse bu uğraşlar o kadar sıkıcıdır. Meğerki insan quaker’lar tarikatına, saygıdeğer dülgerler ya da kuş mumyalayanlar loncasına dahil ola. İnsan, ev sahipleri gibi köyde yaşamak zorunda kalırsa yer bilimi, maden bilimi, böcek bilimi ve botanikle ilgilenip can sıkıntısını gidermenin yollarını bulabilir ama aklı başında bir adam on beş gününü öldürmek için kötü bir alışkanlığa kaptırmaz kendisini. Bu nedenledir ki en güzel toprak, en güzel şatolar bile ilişkileri yalnızca bu güzellikleri seyretmekten öteye gidemeyenler için tatsızlaşmaya başlar. Doğanın güzellikleri tiyatrodaki temsiliyle karşılaştırıldığı zaman çok sönük kalır. O zaman Paris’in hayali bile göz kamaştırıcı olur. Blondet gibi belirli bir insanın onurlandırıldığı bir yere özel bir ilgiyle bağlı değilseniz kuş olup Paris’in coşku verici gösterilerine ve amansız savaşlarına uçmak istersiniz.
Keskin zekâlılar, gazetecinin yazdığı uzun mektuptan, tıpkı zorla semirtilmiş kümes hayvanlarının başlarını şişkin taşlıklarına sokup en iştahlandırıcı yiyeceklere bile bakamaz duruma gelmeleri gibi, onun bedence ve ruhça tam bir bıkkınlığa varmış olduğunun tahmin etmiş olsalar gerek. Blondet de o müthiş mektubu yazdıktan sonra, Armida bahçelerinden çıkmak ve günün ilk üç saatlik öldürücü boşluğunu doldurmak gereğini duydu, çünkü kahvaltıyla öğle yemeği arasındaki zaman bu süreyi kısaltmasını bilen ev sahibesine aitti. Akıllı bir adam bir ay süreyle köyde tutup, yüzünde aşırı doymuşluğun yapay gülücüğünü, kaçınılmaz biçimde sezilen bir bıkkınlığın gizli esnemesini görmemek, bir kadının en büyük zaferlerinden biridir. Bu tür denemelere dayanan bir sevgi sonsuza kadar sürse gerek. Kadınlar âşıklarını değerlendirmek için niçin bu deneye başvuruyorlar, bilinmez. Bir budalanın, bir bencilin, kıt görüşlü birinin buna dayanması olanaksızdır. Sinsiliğin İskender’i olan II. Philippe bile köyde baş başa geçirilen bir ay içinde sırrını açıklardı mutlaka. Bu nedenledir ki krallar sürekli olarak çok hareketli bir yaşam sürdürürler ve hiç kimsenin onları on beş dakikadan fazla görme hakları yoktur.
Emile Blondet, Paris’in en çekici kadınlarından birinin nazik ilgisine karşın okuldan kaçmanın çoktandır unutulmuş olan zevkini tattı. Mektubu bitirdiğinin ertesi günü özel olarak hizmetine verilmiş baş oda uşağı François, Avonne vadisini dolaşıp görmesi amacıyla uyandırdı kendisini.
Conches’un yukarısında, bazıları Aigues’den çıkan birçok derenin sularını alarak kabaran küçük Avonne ırmağı La-ville-aux-Fayes’de Seine’nin en büyük kollarından birine dökülür. Hemen hemen dört fersahlık bölümünde tomruk yüzdürmeye elverişli bulunan Avonne’un coğrafi durumu, Jean Rouvet’nin buluşundan bu yana, dibinde o sevimli ırmağın aktığı tepelerin doruğunda bulunan Aigues, Soulanges ve Ronquerolles ormanlarının değerlenmesinde etken olmuştu. Aigues parkı ırmakla kraliyet ana yolu arasında vadinin en geniş bölümünü kaplıyordu. Ufukta Avonne ırmağına koşut bir bayır üstünde sıralanmış kavruk, yaşlı karaağaçlar ana yolun geçtiği yeri gösteriyordu. Avonne dağları, Morvan denen o görkemli Anfiteatr’ın bu ilk sırasını oluşturuyor.
Biraz bayağı bir karşılaştırma olmakla birlikte, vadinin dibine kondurulan park, o durumuyla, başı Conches köyüne, kuyruğu Blangy kasabasına değen dev bir balığı andırıyordu, çünkü uzunluğu eninden fazlaydı, ortası iki yüz dönüm kadarken Conches yönünde ancak otuz dönüm, Blangy yönündeyse kırk dönümdü. Bu yeryüzü cennetine girilen yer olan ufak Soulanges kentine bir fersah uzaklıkta, üç köy arasında bulunan bu toprağın konumu kışkırtıyor belki kavga ve taşkınlıkları. Aigues cennetini La-ville-aux-Fayes’in üst bölümünden, ana yoldan gören yolcular bile kıskançlık günahını işlemekten kendilerini alamadıktan sonra, Soulanges’in ve La-ville-aux-Fayes’in günün her saatinde burasını hayranlıkla seyreden zengin burjuvaları nasıl uslu durabilsinler?
Doğanın açık bıraktığı yerlerde bile engel çukurları kazılmış, her yanı duvarlarla çevrili olan Aigues parkına girmek için dört kapı bulunmasının yararını anlatmak için bu son topoğrafik ayrıntıyı vermek gerekliydi. Conches kapısı, Avonne kapısı, Blangy kapısı, Ağaçlı Yol kapısı diye adlandırılan bu dört kapı, yapıldıkları değişik çağların özelliklerini o kadar güzel belli ediyorlardı ki arkeologların yararlanmaları için tanımlanmaları gerekir. Ağaçlı Yol kapısının Blondet tarafından yapılan betimlemesi kadar kısa olmak koşuluyla kuşkusuz.
Journal des Debats’nın ünlü yazarı kontesle sekiz gün gezdikten sonra Çin köşkünü, köprüleri, adaları, manastırı, ahşap dağ evini, Protestan kilisesi harabelerini, buz kuyusunu, öteki köşkleri, kısacası bahçe mimarlarının icat ettikleri bütün dolambaçları (tümü dokuz yüz dönüm kadardı) iyice tanıdı: Artık generalle, kontesin her gün övdükleri Avonne’un kaynaklarına atmak istiyordu kendisini. Her akşam, ertesi gün bu kaynaklara gitmeyi tasarlar, sabah olunca da unuturlardı tasarılarını. Avonne, Aigues parkının üst yanında, Alp dağlarının sellerine benzer. Kimi zaman kayalar arasında bir yatak açar, kimi zaman derin bir çukura gömülür: Bir yerde dereler, çağlayanlar gibi Avonne’a dökülür; başka bir yerde Loire ırmağı gibi kumları sıyırarak ve teknelerin yüzdürülmesine uygun olan geçiş noktaları sürekli değiştiğinden gidiş gelişi olanaksız kılarak yayılır. Blondet, Conches kapısına varmak için parkın labirentleri arasında en kısa yolu seçti. Malikanenin tarihine ilişkin ayrıntıları da içeren bu kapı hakkında bazı şeyler söylemek gerekir.
Aigus’i Soulanges ailesinin küçük oğlu, evlenip servete kavuştuktan sonra, ağabeysini kıskandırmak için kurmuş. Maggiore gölü üstündeki İsola-Bella’yı andıran bu büyülü güzelliği bu kıskançlık duygusuna borçluyuz. Orta Çağ’da Aigues Şatosu Avonne üstündeydi. Bu şatodan kala kala bir kapı kalmıştı geriye. Kapıda müstahkem kentlerdekini andıran bir sundurma ve iki yanında da koni biçiminde gözetleme kuleleri vardı. Sundurmanın tonozu üstündeki çeşitli bitkilerle süslü güçlü taş yapıda çapraz bağlı üç geniş pencere bulunuyordu. Kulelerden birinde sarmal bir merdiven vardı ve bu merdivenle yukarıdaki iki odaya çıkılıyordu. Mutfak ikinci kuledeydi. Tüm eski yapılarda olduğu gibi sivri sundurma damının iki ucunda rüzgârın yönünü gösteren iki fırıldak vardı. Birçok yerde belediye sarayları bile bu kadar görkemli değildir. Kapının dış yüzünde, kemer taşında, Soulanges’ların arması hâlâ duruyordu. Taşçı ustasının işlediği nitelikli taşın sertliği, armanın günümüze kadar gelmesini sağlamıştı. Mavi zemin üstüne üç gümüş dikey şerit, bunları ortasından kesen kırmızı yatay bir şerit, bunun üstünde de alt uçları sivriltilmiş olan beş büyük altın haç ve armacılığın ve küçük kardeşler için zorunlu olan armacılık biliminin yırtığını taşıyordu. Blondet yazıyı okudu: Je soule agir (Soulanges ismiyle ses benzerliği olan ve hem acı dindirmek fiiline yaklaşan hem de eylemi sulandırmak ve yolundan saptırmak anlamına gelebilecek kelime oyunu) Haçlılar soyadlarından bu tür cinaslar yapmayı çok severlerdi. Bu özdeyiş güzel bir siyasi düşünceyi anımsatıyordu ama ileride görüleceği gibi Montcornet ne yazık kiunutmuştu onu. Beşli demir parçalarıyla ağırlaşmış eski tahta kapıyı güzel bir kız açtı Blondet’ye. Menteşelerin gıcırtısından uyanan bekçi gecelikle pencereyi açtı.
-Nasıl! Bekçilerimiz bu saatte hâlâ uykudalar mı? dedi, Parisli kendi kendine. Orman geleneklerini çok iyi bildiğine inanıyordu.
On beş dakika yürüdükten sonra Conches’un hizasında, ırakların kaynaklarına ulaştı ve hayranlıkla seyretti manzarayı. Bu manzara ancak Fransa tarihi gibi bin ciltte de anlatılabilir, bir ciltte de. Biz iki cümleyle yetinelim.
Cüce ağaçlarla kadife gibi kaplanmış bir külte, bir kemer oluşturmuş. Avonne’un sularının kültenin dibini kemirmesiyle, suyun yüzüne enlemesine dev bir kaplumbağa yatmış sanki. Ayna gibi duru bir su birikintisi görünüyor kemerden. Avonne uykuya dalmış sanki burada. Uzakta büyük külteli çağlayanların ötesinde son buluyor bu sakin görünüm. Yaya benzeyen küçük söğütler suların etkisiyle durmadan gidip geliyor.
Bu çağlayanların ötesinde, tepenin yamaçlarından, yer yer kaynayan beyaz dereler dökülüyor. Şistli yamaçlar, Ren’in yosun ve funda kaplı külteleri gibi dikine iniyor ama kesişen yerlerde delikler oluşmuş. Sürekli olarak sulanan ve yeşil kalan bir çayır, dere sularına kupa görevi yapıyor; bu vahşi ve yalnız doğayla çelişir gibi bu güzel kaosun öte yanında çayırların bitiminde, köy ve çan kulesiyle birlikte Concxhes’un son bahçeleri görünüyor.
İşte iki cümle ama ya güneşin doğuşu! Ya temiz hava! Ya soğuk çiy! Ya sularla ormanın uyumu! Onları siz düşünün artık!
-Bir opera adeta! diye düşündü Blondet ırmak boyunca yürürken.
Aigues ormanının ulu ağaçlarıyla çevrili aşağı Avonne’un düz, derin ve sessiz akışı, teknelerin yüzmesine elverişli olmayan bölümün kaprisleri yanında daha çok göze çarpıyordu.
Blondet sabah gezintisini fazla uzatmadı. Bir köylü durdurdu kendisini çok geçmeden. Bu dram için çok gerekli figüranlardan biri. O kadar gerekli ki bunlarla başroldekiler arasında seçim yaparken duraksar insan.
Ana kaynağın iki kapı arasında sıkışmış gibi aktığı bir külte grubuna varınca zeki yazar, bir adamı gördü. Adam o kadar hareketsiz durmaktaydı ki bu canlı yontunun tavır ve giysileri ilginç olmasaydı yalnızca bu hareketsizliği bile bir gazetecinin dikkatini çekmek için yeterliydi.
Bu alçakgönüllü kişi, ressam Charlet’nin çok sevdiği, resimlerine konu ettiği yaşlı insanlardan birine benziyordu. O askerler Homeros’unun çizdiği erler gibi, her güçlüğe dayanan sağlam bir beden yapısı ve yine aynı ressamın çizdiği ölmez çöpçüler gibi kızaran, moraran, pürtüklü, boyun eğmeyen bir yüzü vardı. Hemen hemen hiç saç olmayan başındaki kaba fötrün kenarlarında o kadar çok dikiş vardı ki takkeye dönmüştü. Şapkasının altından iki tutam saç fışkırmıştı, tablolardaki klasik tanrı resimleri gibi duran bu kar gibi beyaz saçların resmini yapmak için ressamlar, saati dört franga model olarak kullanabilirlerdi onu. Çökük avurtlarından, dişsiz ihtiyarın ekmekten çok şaraba düşkün olduğu anlaşılıyordu. Seyrek, beyaz sakallarının kısa, dik kılları, adamın profiline korkutucu bir hava veriyordu. Koskoca bir suratta pek küçük kalan ve domuzlarınki gibi yere bakan gözlerinde kurnazlık ve tembellik okunuyordu ama o anda dosdoğru ırmağa baktığından gözlerinden ışık fışkırıyor gibiydi. Zavallı adamın tüm giysisi, rengi bir zamanlar mavi olan eski bir mintan ve Paris’te ambalaj yapmaya yarayan kaba bezden yapılmış bir pantolondan ibaretti. Ayağındaki kırık tahta kunduraları gören her kentli dehşete kapılırdı. Çatlakların ayağını vurmaması için, kunduraların içine bir parça saman bile koyulmamıştı. Mintanın da pantolonun da bir kâğıt fabrikasının hamur teknesini doldurmaktan başka hiçbir işe yaramayacağı kesindi.
Bu köylü Diyojen’i incelerken, Blondet eski duvar halılarında, eski tablolarda, eski yontularda görülen ve o zamana kadar kendisine gerçek dışı gibi görünen bir köylü tipinin olabileceğini kabul etti. İnsanda güzelliğin aldatıcı bir istisna, insanların inanmak için kendilerini zorladıkları bir hayal olduğunu anlayarak, artık sanatta çirkinliği konu eden akımları mahkûm etmedi.
-Böyle bir yaratığın düşünceleri, alışkanlıkları ne olabilir, ne düşünür acaba? diye sordu kendi kendine meraklanan Blondet. Bu, benim benzerim mi yani? Ortak yanımız yalnızca biçimimiz! Bu da ortak yan sayılırsa!
Açık havada yaşayan ve hava değişikliklerine, aşırı soğuğa, aşırı sıcağa kısacası her şeye dayanıklı kimselerin dokularında görülen sertliği inceliyordu. Bunların derileri neredeyse tabakalanmış kösele hâline gelmiştir ve sinirleri de fiziki acıya karşı Arap ve Ruslarınki kadar direnç kazanmıştır.
-İşte Cooper’in Kızılderilileri! diye düşündü Blondet. Vahşileri incelemek için Amerika’ya kadar gitmeye gerek yok…
(*) Honore de Balzac, Köylüler, çev. İsmail Yerguz, Engin Yayıncılık, İstanbul, 1992, s. 32-39.