Satranç

Stefan Zweig’in “Satranç” adlı romanından (*);

… Şimdi herhalde hemen kitabı elime aldığımı, gözden geçirip okuduğumu tahmin ediyorsunuzdur. Asla! İlk yapmak istediğim, yanımda kitap olmasından kaynaklanan bir tür ön hazzı tutmaktı; çalınmış olan bu kitabın ne türden kitap olmasını en çok yeğleyeceğimi düşlememden doğan, asıl olayı yapay bir biçimde geciktiren, sinirlerimi olağanüstü tahrik hazzı yaşatmaktı: Kitap, her şeyden önce çok küçük puntoyla basılmış olmalıydı, pek çok harf içermeliydi, çok ama çok fazla sayıda incecik sayfaları bulunmalıydı, böyle olmalıydı ki daha uzun zaman okuyabileyim. Ve sonra bir başka isteğim de kitabın sığ değil ama tinsel açıdan beni zorlayacak bir eser olmasıydı, kolay değil fakat insanın öğrenebileceği, ezbere öğrenebileceği bir eser, belki şiir ve en iyisi de -ne cüretkâr bir düş!- Goethe veya Homeros. Fakat sonunda açgözlülüğümü, merakımı daha fazla engelleyemedim. Nöbetçi ansızın kapıyı açtığı takdirde beni yakalayamasın diye yatağa uzandıktan sonra titreyerek kuşağımın altından kitabı çektim.

İlk bakış, bir düş kırıklığıydı ve dahası acıyla yoğrulmuş bir öfkeydi: Onca bütün tehlikelerle ele geçirilmiş, onca yakıcı bir beklentiyle saklanmış olan bu kitap, satranç oyununa ait bir seçkiden, yüz elli şampiyonluk oyununu bir araya getiren bir seçkiden başka bir şey değildi. Sürgülerin ve kilitlerin ardında olmasaydım eğer duyduğum ilk öfkeyle birlikte kitabı açık bir pencereden fırlatıp atardım, çünkü bu saçmalık ne işime yarayacaktı ki?

Lisedeyken öteki oğlan çocukları gibi ben de arada sırada can sıkıntısından bir satranç tahtasının başına geçip oynamaya çalışmıştım. Fakat bu kuramsal metinle ne yapabilirdim? Satranç, bir hasım olmadan oynanamazdı, hele taşlarsız ve satranç tahtasız hiç oynanamazdı. Keyfim kaçmış olarak ve belki yine de okunabilecek bir şey, bir giriş, bir rehber keşfedebilirim diye sayfaları karıştırdım ama şampiyonalardaki oyunlara ait çıplak ve kare biçimi diyagramlardan, onların altında da başta bana anlaşılmaz gelen a2-a3, Sf1-g3 gibi işaretlerden başka hiçbir şey bulamadım Bütün bunlar, bana elimde anahtarı bulunmayan bir tür cebir işlemi gibi gözüküyordu. Ancak zaman geçtikçe a, b, c harflerinin yatay sütunlar; 1’den 8’e kadarki sayıların da dikey sütunlar için kullanılmış olduğunu ve her figürün o anda bulunduğu yeri belirlediğini çözdüm; böylece salt grafik nitelikteki diyagramların yine de bir dili olmuş oldu.

Belki de, diye düşündüm, hücremde bir tür satranç tahtası tasarlayabilirim ve ondan sonra da bu satranç partilerini tekrar edebilirim; yatak örtümün rastlantı sonucu kaba kare biçimli desenlerden oluşması, benim için gökten gelen bir işaretti. Doğru katlandığı takdirde örtü, altmış dört kare elde edilebilecek biçimde düzenlenebiliyordu. Bu durumda önce kitabı şiltenin altına sakladım ve ilk sayfayı yırtıp aldım. Daha sonra ekmeklerimden biriktirdiğim küçük kırıntıları, elbette gülünç denilecek kadar acemice olmak üzere şah, vezir ve öteki figürler hâlinde yoğurmaya başladım; sonsuz çabalardan sonra nihayet kareli yatak örtüsünün üstünde satranç kitabında resimleri bulunan pozisyonları yeniden kurmaya girişebildim. Ama bütün bir oyunu tekrar etmek istediğimde ekmek kırıntılarından yapılma ve birbirlerinden ayırabileyim diye yarısını toza bulayıp koyulttuğum gülünç figürlerimle birlikte önce tam bir başarısızlığa uğradım.

İlk günler taşları sürekli karıştırıyordum: Aynı oyuna beş kez, on kez, yirmi kez hep baştan başlamak zorunda kalıyordum. Fakat şu yeryüzünde benim gibi, yani hiçliğin kölesi olan biri kadar kullanılmamış ve yararsız zamana sahip bulunan bir var mıydı? Kim benim kadar ölçüsüz bir tutkuya ve sabra sahipti? Aradan henüz altı gün geçmişti ki o partiyi hiç kusursuz sonuna kadar götürdüm, ondan sekiz gün sonra satranç kitabındaki pozisyonları kendi açımdan somut biçimde görebilmem için artık yatak örtüsünün üstündeki ekmek kırıntılarına ihtiyacım kalmamıştı; aradan bir sekiz gün geçtikten sonra ise kareli yatak örtüsü de gerekliliğini yitirdi; kitabın başlangıçta soyut nitelik taşıyan a1, a2, c7 ve c8 gibi işaretleri;alnımın arkasında görsel, plastik konumlara dönüşmüştü.

Dönüşüm, tam anlamıyla başarılmıştı: Satranç tahtasını taşlarıyla birlikte iç dünyama yansıtmıştım ve tıpkı deneyimli bir müzisyenin bütün sesleri ve bunların birlikteliğini duyabilmesi için sadece notalara bakmasının yeterli olması gibi ben de yalnızca formüllerin yardımıyla belli bir konumu kuş bakışı görebiliyordum. …

* Satranç, Stefan Zweig, Türkçesi: Ahmet Cemal, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 3. basım, İstanbul, 2013, s.47-50.

edebiyatvadisi

Next Post

Cümlede Açıklama Anlamı

Cts Tem 13 , 2019
Cümlede Açıklama Anlamı Açıklama, cümledeki bir nesnenin, düşüncenin ya da yargının çeşitli yönlerden tanıtılmasıdır. Bu tür cümleler genellikle sıralı yapıdadır ve önce yargı sonra da açıklamalar yer alır. Örneğin “Köy seyirlik oyunlarında her duygu vardır; üzüntüler, sevinçler, acılar, umutlar birlikte yer alır.” cümlesinde hangi duyguların ele alındığı cümlenin ikinci yargısında […]

You May Like