Nef’î’den Seçmeler

Kaside

Der Sitâyiş-i Sultan Murad

Esdi nesîm-i nevbahar açıldı güller subh-dem

Açsun bizim de gönlümüz sâkî meded sun câm-ı Cem

(İlkbahar rüzgârı esti, sabahleyin güller açıldı; bizim de gönlümüz açılsın, saki (içki kadehi sunan), meded (yardıma koş) Cem’in kadehini (Cemşid’in yedi türlü madenden yapılmış kadehini) sun.

Erdi yine ürd-i behişt oldu havâ anber-sirişt

Âlem behişt-ender-behişt her gûşe bir bâğ-ı İrem

(Yine nisan ayı geldi, hava amber kokularıyla doldu. Dünya cennet içindeki bir cennete dönüştü, her köşe bir İrem bağı oldu.) (İrem Bağı, Hûd Aleyhisselâm zamanında Âd Kavminin reisi olan ve Hûd Aleyhisselâm’a inanmayan Şeddâd bin Âd’ın, “Yâ Hûd! Senin ilahın o dünyada yaptığı cennetle öğünürse, ben de bu dünyada bir cennet yapayım ki, onun cennetinden daha şâhâne olsun!” diyerek dünya servetini dökerek yaptırdığı bir bahçedir.)

Gül devri ayş eyyamıdır zevk u safâ hengâmıdır

Âşıkların bayramıdır bu mevsim-i ferhunde-dem

(Gül devri, yaşama, yiyip içme günleri, zevk ve eğlence zamanıdır. Bu mutlu mevsim, âşıkların bayramıdır.)

Dönsün yine peymâneler olsun tehi humhâneler

Rakseylesin mestâneler mutribler ettikçe nağam

(Yine şarap kadehleri dönsün, meyhaneler boşalsın. Şarkıcılar şarkılarını okudukça sarhoşlar dans edip oynasın.)

Bu demde kim şâm u seher meyhâne bağa reşk eder

Mest olsa dilber sevse ger ma’zûrdur şeyhü’l-harem

(Sabah ve akşam, meyhanenin bahçeyi kıskandığı bu anda Şeyhü’l-harem, sarhoş olsa, güzel sevse mazeretli sayılır.) Şeyhü’l-harem, Mekke ve Medine’deki manevi değer taşıyan yerlerin bakımı ve korunmasını sağlayan görevli.)

Yâ neylesin bîçâreler âlüfteler âvâreler

Sagar suna mehpâreler nûş etmemek olur sitem

(-Durum böyle olunca- çaresizler, âşıklar, serseriler ne yapsın? Ay parçası gibi güzeller kadeh sunarsa onların sunduklarını içmemek ayıp olur.)

Yâr ola câm-ı Cem ola böyle dem-i hurrem ola

Ârif odur bu dem ola ayş u tarabla muğtenem

(Sevgili, Cem’in kadehi böylesine mutlu bir an olduktan sonra, arif insan odur ki zevk ve eğlenceyi ganimet sayar.)

Zevki o rind eyler tamâm kim tuta mest ü şâd-kâm

Bir elde câm-ı lâle-fâm bir elde zülf-i ham-be-ham

(Bir elinde lale renkli kadeh, diğerinde de kıvrım kıvrım saçları tutarak sarhoş ve çok sevinçli olan rint, zevki tam anlamıyla yaşar.)

Lütfeyle sâkî nâzı ko mey sun ki kalmaz böyle bu

Dolsun sürâhi ve sebû boş durmasın peymâne hem

(Saki lütfet de nazlanmayı bırak, şarap sun çünkü bu meclis böyle kalmaz. Sürahi ve desti şarapla dolsun kadeh de boş kalmasın.)

Her nev-resîde şâh-ı gül aldı eline câm-ı mül

Lütfet açıl sen dahi gül ey serv-i kadd ü gonca-fem

(Her yeni yetişen gül fidanı, kadehi eline aldı; ey servi boylu, gonca ağızlı güzel, lütfet, açıl, sen de gülümse -aynı zamanda sen de bir gülsün-.)

Bu dürd ü bu sâfî deme dönsün piyâle gam yeme

Kânûn-ı devr-i dâime uy sen de mey sun dem-be-dem

(Bu bulanıktır, bu saftır deme; şarap kadehi dönüp dolaşsın, üzülme -aldırma-. Sen de dünyanın kanununa uy, sürekli şarap sun.)

Meydir mihakk-ı âşıkân âşûb-ı dil ârâm-ı cân

Sermâye-i pîr-i mugân pîrâye-i bezm-i sanem

(Âşıkların ölçüsü şaraptır -onlar şarap içince huylarını belli ederler-, gönülleri coşturan canlara can katan şaraptır. Meyhanecinin sermayesi ve güzeller meclisinin süsü de şaraptır.)

Mey akıllı irşâd eder âşıkları dil-şâd eder

Seyle verir berbâd eder dillerde komaz gerd-i gam

(Şarap akıllıya doğru yolu gösterir, âşıkları mutlu eder. Gönüllerdeki üzüntü tozunu sele verir, yok eder, giderir.)

Mey âteş-i seyyâledir mînâ kadehde lâledir

Yâ gonca-i pür-jâledir açmış nesîm-i subh-dem

(Şarap; akan bir ateş, cam kadehin içinde ise bir lale gibidir. Ya da sabah rüzgârıyla açılmış bir goncadır ki üzeri çiy taneleriyle doludur.)  

Sâkî meded mey sun bize câm-ı Cem ü Key sun bize

Rıtl-i peyâpey sun bize gitsin gönüllerden elem

(Saki, yardım et, bize şarap sun, Cem ve Key’in -Key, Eski İran döneminde büyük padişahlara verilen unvandır: Keykûbâd, Keyhüsrev, Keykâvus gibi- kadehini bize sun; Sürekli dolu kadehler sun bize gönlümüzden üzüntü gitsin.)

Biz âşık-ı âzâdeyiz ammâ esîr-i bâdeyiz

Âlüfteyiz dil-dâdeyiz bizden dirığ etme kerem

(Biz özgür âşığız fakat şarabın esiriyiz. Âşığız, güzellere gönül vermişiz; bizden keremini esirgeme.)

Bir câm sun Allah için bir kâse de ol mâh için

Tâ medh-i Şâhenşâh için alam ele levh ü kalem

(Allah için bir kadeh, bir kâse de o ay yüzlü sevgili için sun. Ta ki padişahı övmek için elime kâğıt ve kalem alayım.)

Ol âftâb-ı saltanat ol şehsüvâr-ı memleket

Cem-bezm ü Hâtem-mekrümet memdûh-ı esnâf-ı ümem

(O sultanlık güneşi, o memleket kahramanı, meclisi Cemşid’in meclisi gibi zevk ve mutluluk dolu olan, keremi ise Hatem’e benzeyen ve bütün milletlerin övülmüşü olan padişah)

Sultân Murâd-ı kâmrân efser-dîh ü kişver-sitân

Hem pâdişâh hem kahraman sâhib-kırân-ı Cem-haşem

(Arzu ettiği gibi hüküm süren, padişahlara taç veren, ülkeler alan, hem padişah hem de kahraman olan, devletli, Cemşid azametli Sultan Murat.)

Gazeller:

I

Göz ucuyla âşıka geh lütfeder gâhî itâb

Bir suâle yer komaz ol gamze-i hâzır-cevâb

(Âşığa göz ucuyla bazen lütufta bulunur bazen de onu azarlar. O hazır cevap yan bakış, göz süzüş, bir soruya yer bırakmaz, meydan vermez.)

Çeşmi bezm-i fitne kurmuş işve almış câm ele

Bâde-i nâz ile etmiş gamzesin mest-i harâb

(Gözü fitne meclisi kurmuş; işve, eline kadehi alıp yan bakışını naz şarabı ile yıkılacak kadar sarhoş etmiş.)

Lebleri üzre gubâr-ı hatt-ı nev-hîzi değil

Nâfe-i âhû-yı çeşminden dökülmüş müşk-i nâb

(Bu görünen, dudakları üzerinde yeni çıkan ayva tüyleri değildir. Onlar, ceylana benzeyen gözünden dökülen halis misktir.)

Çeşm-i mesti tîğ çekmiş gamzeden bir kahraman

Ebrû-yı müşkîni bir şemşîrden hâlî kırâb

(Sarhoş gözü, yan bakışından kılıç çekmiş bir kahramandır. Kara kaşları ise kılıcı sıyrılmış bir kındır.)

Nice tutsun tîr-i yâra sinesin Nef’î nişân

Anı kor mu bir karâr üzre dil-i pür-ızdırâb

(Nef’î, göğsünü sevgilinin okuna nasıl hedef etsin? Istırap dolu gönül, onu bir karar üzerinde bırakır mı? -bırakmıyor ki-)

II

Çekemem derd-i firâkın meded ey mâh meded

Görmedim buncalayın bir gam-ı cân-gâh meded

(Ey ay -yüzlü sevgili- ayrılık derdini çekemem, yardım et; böyle bir can verici üzüntü görmedim, yardım et!)

Garazın cân ise ger gamzene fermân eyle

Eylesin nâz ile bir şîve-i dil-hâh meded

(Maksadın eğer canımı almaksa yan bakışınla ferman buyur: Gönlün isteğine göre nazla şöyle bir işve eylesin, yeter, yardım et!)

Zapt-ı âh eylemedir âşıka evvel çâre

Ben ise âhsız ârâm edemem âh meded

(Âşık için ilk çare ahını tutmaktır. Bana gelince, ben ahsız sabredemem, duramam, yardım et!)

Dağlar lâle gibi tazelenir miydi eğer

Âteş-i sineme âh etmese her gâh meded

(Feryat, eğer göğsümün ateşine her an yardımcı olmasaydı dağlar lale gibi tazelenir miydi? Yardım et!)

Çîn-i zülfünde giriftâr kalırdı dil-i zâr

Erişip bâd-ı sabâ etmese nâ-gâh meded

(Bahar rüzgârı ansızın yetişip yardım etmese inleyen gönül, saçının kıvrımında tutsak kalırdı.)

Hâfız-ı genç-i kerem Hazret-i Ahmed Paşa

Ki eder ehl-i recâya geh ü bî-gâh meded

(Kerem hazinesinin koruyucusu Ahmed Paşa Hazretleri her zaman, vakitli vakitsiz, kendisinden dilekte bulunanlara yardım eder.)

Kaldım ayakta perîşân u mükedder ahvâl

Dest-gîr ol bana ey Âsâf-ı Cem-câh meded

(Ortada perişan ve kederli bir durumda kalakaldım. Ey Cem mertebeli Âsâf, elimden tut, yardım et!)

Böyle dermândelerin derdine dermân et kim

Her işinde sana da eyleye Allah meded

Böyle çaresizlerin derdine derman ol ki Allah da her işinde sana yardımını esirgemesin.)

Hâl pek müşkil eğer etmez ise ey Nef’î

Himmet-i Âsâf’-ı sâhib-dil-i âgâh meded

(Ey Nef’î, eğer uyanık gönüllü Âsâf’ın -dönemin büyük veziri- himmeti yardıma koşmazsa durum çok zordur.)

III

Yazanlar peykerim destimde bir peymâne yazmışlar

Görüp mest-i mey-i aşk olduğum mestâne yazmışlar

(Resmimi yapanlar, beni elimde bir kadehle birlikte çizmişler. Aşk şarabı ile sarhoş olduğumu görüp beni sarhoş şeklinde canlandırmışlar.)

Bana teklif-i zühd etmezdi idrâk olsa zâhirde

Yazıklar kim anı âkil beni dîvâne yazmışlar

(Zahitte anlayış olsaydı bana dünya işlerine değer vermeme teklifinde bulunmazdı. Yazıklar olsun ki onu akıllı beni de deli sanmışlar.)

Değildir gözlerinde sâye-i müjgânı uşşâkın

Hatın resmin beyâzı dîde-i giryâna yazmışlar

(Bu görünen, âşıkların gözlerinde kirpiğinin gölgesi değildir. Senin hattının resmini ağlayan gözlerin beyazına yazmışlar.)

Benim âşık ki rüsvâlıkla tutdu şöhretim şehri

Yazanlar kıssa-i Mecnûn’u hep yabana yazmışlar

(Gerçek âşık benim ki rezillikte şöhretim bütün şehri tuttu. Mecnun’un hikâyesini yazanlar, hep boşuna yazmışlar.)

Nice zâhirdir ey Nef’î sözünden dildeki sûzun

Yazınca nüsha-i şi’rin kalemler yana yazmışlar

(Ey Nef’î, sözünden gönlündeki yanışın nasıl apaçık görünüyor. Kalemler senin şiir kitabını yazarken neredeyse yanıyormuş -ya da kalemler senin şiir kitabını yan yazmışlar-)

IV

Tûtî-i mucize-gûyem ne desem lâf değil

Çarh ile söyleşemem âyinesi sâf değil

(Mucize gibi söz söyleyen bir papağanım, söylediklerim sıradan sözler değildir. Felek ile söyleşemem, onun kalbi temiz değildir.)

Ehl-i dildir diyemem sinesi sâf olmayana

Ehl-i dil birbirini bilmemek insâf değil

(İçi tertemiz olmayana gönül ehlidir, diyemem. Gönül ehillerinin birbirlerini bilmemesi kabul edilebilir bir iş değildir.)

Yine endişe bilir kadr-i dür-i güftârım

Rüzgâr ise denî dehr ise sarrâf değil

(Zaman, her ne kadar, alçak ve dünya da kıymet bilmez ise de sözümün incisinin değerini yine düşünce bilir, tanır.)

Girdi miftâh-ı der-i genç-i ma’âni elime

Âleme bezl-i güher eylesem itlâf değil

(Anlamlar hazinesinin kapısının anahtarı elime geçti; dünyaya bol bol inciler saçsam, bunlara boşuna harcanmış gözüyle bakılmaz.)

Levh-i mahfuz-ı suhândır dil-i pâk-i Nef’î

Tab’-ı yârân gibi dükkânçe-i sahhâf değil

(Nef’î’nin temiz kalbi, şiirin levh-i mahfuzudur (Levh-i mahfuz: Dünyada olmuş ve olacak her şeyin yazılıp saklandığı levha.); dostlarınki gibi küçücük bir kitapçı dükkanı değildir.)

edebiyatvadisi

Next Post

Nâ’ilî (Nâ’ilî-i Kadim)

Pts Ağu 5 , 2019
Nâ’ilî (Nâ’ilî-i Kadim) Nâ’ilî, 17. yüzyıl Türk edebiyatının büyük şairlerindendir. Tanzimat döneminde Encümen-i Şuara şairlerinden Manastırlı Nâ’ilî’nin yetişmesinden sonra Nâ’ilî-i Kadim olarak anılmaya başlamıştır. Nâ’ilî’nin hayatı hakkında bilinenler azdır. Ancak asıl adının Mustafa ve İstanbullu olduğu bilinmektedir. Doğum yılı belli olmamakla birlikte 1608-1611 yıllarında doğduğu düşünülmektedir. Öğrenim hayatı hakkında da […]

You May Like