Nâ’ilî (Nâ’ilî-i Kadim)
Nâ’ilî, 17. yüzyıl Türk edebiyatının büyük şairlerindendir. Tanzimat döneminde Encümen-i Şuara şairlerinden Manastırlı Nâ’ilî’nin yetişmesinden sonra Nâ’ilî-i Kadim olarak anılmaya başlamıştır.
Nâ’ilî’nin hayatı hakkında bilinenler azdır. Ancak asıl adının Mustafa ve İstanbullu olduğu bilinmektedir. Doğum yılı belli olmamakla birlikte 1608-1611 yıllarında doğduğu düşünülmektedir. Öğrenim hayatı hakkında da kesin bilgi bulunmamaktadır fakat şiirlerinden hareketle çok iyi yetişmiş, ileri düzeyde bilgi, kültür ve olgunluk sahibi olduğu anlaşılmaktadır. Kaynaklarda “Efendi” yerine “Çelebi” olarak anılması nedeniyle medreseyi bitirmediği kesindir.
Nâ’ilî, genç yaşında Maden kalemine memur olarak girmiş ve derece derece yükselerek kalemde baş halife olmuştur. Şairin yetişmesinde bütün hayatını geçirdiği bu kalemin de etkili olduğu görülmektedir.
Nâ’ilî’nin bu kalemdeki kâtipliğinden başka geliri olmadığı, orta halli hatta kendi düşüncesine göre “fakr u zaruret” içinde yaşadığı bilinmektedir. Bu nedenle hemen bütün kasidelerinde yaşadığı hayattan yakındığı ve durumunu düzeltecek bir koruyucu aradığı görülmektedir. Hayatını bir düzene sokabilmek için padişahtan başlayarak sadrazam, şeyhülislam, vezir, defterdar gibi devletin ileri gelenlerine kasideler sunmuş, onların yardımlarını beklemiştir. Şairin bir süre Sadrazam Salih Paşa ile Defterdar Mehmed Paşa’ya yakınlaştığı ve onlardan yardım gördüğü, bu paşalara sunduğu kasidelerden anlaşılmaktadır. Ama bu yardımlar geçici olmuş, şair bir süre sonra yine korumasız kalmıştır.
Nâ’ilî, zor da olsa bu beğenmediği hayat düzeyini sürdürmeye çalışırken hayatının sonlarında daha da kötü duruma düşmüş, Sadrazam Fazıl Ahmed Paşa tarafından İstanbul’dan uzaklaştırılmıştır. Paşa, sadarete geldikten sonra kısa bir süre içinde, bilinmeyen bir nedenle, 1661 yılının ekim-aralık ayları arasında, kendisini çok aşırı sözlerle övmüş olan şairi Edirne’ye sürdürmüştür.
Nâ’ilî’nin bu sürgün yıllarında çok acı çektiği anlaşılmaktadır. Sultan IV. Mehmed’e sunduğu “Şita’iyye” kasidesinde bu acılarını dile getirmiştir. Padişaha ve Uyvar Kalesi’ni almasından sonra zafer şenlikleri içinde Edirne’ye dönen Sadrazam Fazıl Ahmed Paşa’ya kasideler sunarak bağışlanması için uğraşmış, 1665 yılının temmuz-ağustos aylarında İstanbul’a dönmeyi başarmıştır.
Nâ’ilî, 55-60 yaşlarında 1666 yılında İstanbul’da ölmüştür. İstanbul’da Fındıklı semtinde Sünbül Dede dergâhı yanında olan mezarı, yol genişletilmesi sırasında Beyoğlu mezarlığına taşınmış, Beyoğlu mezarlığı da kaldırıldıktan sonra Nâ’ilî’nin mezarı da kaybolmuştur.
Kaynaklara göre, Nâilî, ufak tefek, zayıf ve hastalıklı bir insandır. Birçok şiirinde zayıflığından, hastalığından ve çektiği acılardan yakınmıştır. Şiirleriyle kazandığı ünün kendisine daha iyi bir hayat sağlamadığını görünce, duygusal yapısının da etkisiyle, kırılıp küsmüş ve karamsarlığa düşmüştür. Oldukça ağır sözlerle düşmanlarından bahsetmesi, zamanın şairlerini kötülemesi, herkesten şüphelenen bir insan olması nedeniyle dostlarını azaltmıştır.
Edebî Kişiliği
Nâ’ilî’nin tek eseri divanıdır ve hayattayken şiirlerini bir divanda toplamıştır. Divanda 2 münacat, 10 na’t, 29 kaside, 1 mersiye, 1 terkib-i bend, 4 müseddes, 1 tahmis, 390 gazel, 1 müstezad, 18 kıt’a, 8 rubai, 11 şarkı ve 6 tarih vardır.
Divandaki gazeller Nâ’ilî’nin asıl ünün sağlayan şiirleridir. Hemen hemen bütün gazellerde tasavvufi aşkı işlemiştir.
Yaşadığı devirden başlayarak Nâ’ilî’den söz eden bütün kaynaklar, onun şiirde yeni bir çığır açtığını, daha önce görülmeyen bir üslubu divan şiirine kazandırdığı görüşünde birleşmiştir. Bu özellik, İran’dan gelen ve 17. yüzyılda Türk şiirini etkisi altına alan Sebk-i Hindî denilen bir üslubun getirdiği yeniliktir.
Sebk-i Hindî, Hint tarzı ya da Hint üslubu denilen bir söyleyiş biçimidir. Bu üslup İran’da Safaviler devrindeki ağır dinî baskılardan bunalan ve daha özgürce yazabilmek için Hindistan’a giden şairlerce ortaya çıkarılmıştır. Hint şirinin de etkisiyle olgunlaşan bu üslup İran’dan çok Hindistan, Afganistan ve Türk edebiyatlarında benimsenip kullanılmıştır. Üslubun yüzlerce şairi içinde en tanınmışları Urfî, Feyzi-i Hindî, Tâlib, Kelîm, Sâib ve Şevket’tir. Türk şiirinde ise bu üslubun en büyük temsilcisi Nâ’ilî olmuştur.
Hint üslubunda şiirin konusu değişmiştir. Nâ’ilî’de de konu dış dünya yerine insanın iç dünyasıdır. Bu nedenle söz güzelliğinden çok, anlam derinliğine önem verilmiş; acıları, sevinçleri, umudu ve umutsuzlukları, ihtirasları ile insan ruhu derinliğine anlatılmıştır.
Nâ’ilî fazla sözden, söz sanatlarından kaçınmış; şiirlerini kısa, etkili ve güçlü söyleyişlerle zenginleştirmiştir. Hint üslubunun temel özelliği olan ıstırap, karamsar yapısı, acı ve üzüntü içinde geçen hayatı nedeniyle şairin şiirlerinde geniş yer bulmuştur.
Abartma, Nâ’ilî’nin şiirlerindeki başka bir özelliktir. Şiirlerindeki anlam derinliğinde, hayallerde, acılarda hatta incelik ve nezakette hep abartma yapmıştır. Abartmanın yüksek düzeyde olması, şiirlerin anlaşılmasını zorlaştırmıştır.
Nâ’ilî, insan ruhunu anlatmayı esas aldığı için o güne kadar kullanılan, alışılmış mazmunları yetersiz görmüş, yeni mazmunlar bulmuş, bazı mazmunları değiştirmiştir.
Dili süslü ve ağırdır. Ancak ahengi bozan pürüzlü seslerden, kulağa hoş gelmeyen sözlerden kaçınmıştır. Yabancı kelimeler ve uzun zincirleme tamlamaları çok kullanmıştır. Ancak şarkılarında oldukça sade bir dili vardır. Halkın günlük konuşmasında kullandığı kelime ve deyimlere yer verdiği için saf ve temiz bir Türkçe ile de şiir söylenebileceğini göstermiştir.
Tasavvuf düşüncesi, Nâ’ilî’nin şiirlerinde geniş biçimde yer almıştır. Bütün şiirlerinde konu olan aşk, “ilahi aşk” ve sevgili, “Allah”tır. Onun şiirlerini anlayabilmek için tasavvufi terimleri bilmek ve beyitleri tasavvuf düşüncesi içinde yorumlamak gereklidir. Nâ’ilî, dünyaya bağlılığı ve vazgeçemediği arzuları nedeniyle iyi bir mutasavvıf olamamış, bundan kendisi de yakınmış, ayrıca bu yüzden de acı çekmiştir.