Göçebeler

Kostas Valetas’ın “Göçebeler” adlı romandan (*);

“Tellal, gitme fikrine elinden geldiği kadar karşı koyuyordu. Fakat Maria’nın onu hesaba kattığı yoktu. Onun isteği olmadan ve bütün söylediklerine kulak asmadan yolculuğa hazırlanmaktaydı. Son ana kadar kalmakta, Maria’nın gitmesine engel olmakta kararlı olan o, bir dönüş yaptı.

Trene kendisi istemeden, meçhul ve karanlık yahut da yararsız bir gelecek için bilinmeyen bir ülkeye taşıdıkları düşüncesiyle bindi. Tren Yugoslavya’ya girince Maria’ya:

-İnsanların altın kaşıkla yemek yedikleri yer burası mı yani? Burada, bizim köylerdekinden daha büyük bir açlık var be! Petritsi’de bile yoktur, böyle bir hâl!

Belgrad’ı geçtikten sonra, bu ülkeden yaşayanların ne biçim adam olduklarını düşünmeye başladı.

Bizdeki Ulahlar gibi uzun boylu ve sarışın adamlar. Zagrep’ten sonra pusulayı kaybetti artık. Viyana’da dayanamadı ve Maria’ya geri dönmelerini söyledi.

-Ne cehenneme götürüyorsunuz beni? Nereye gidiyoruz? Durup dururken, benim gibi kırk yaşındaki adamı ne diye elinin körüne götürüyorsunuz? Nereye gideceğiz? Bu lanetli tren hiç durmayacak mı?

Hortladı mı? Üşüyorum ve bu ülkelere beni korkutuyor. Bu soğukta ve saçları ak olduğu halde kısa deri pantolon giymiş şu herifler ne biçim adam?

Ve karın hiç erimediği bu vahşi dağlar ne dağları? Ağaçları bile bizimkilere benzemiyor ve şu yazın ortasında bulutlarla örtülü olan bu gök, gök mü yani?

Hangi cehenneme gitmemizi istiyorsunuz? Odysseas gibi kikloplar ve lotofagların ( Kuzey Afrika’da yaşamış olduğu sanılan mitlojik bir halk türü. ÇN) ülkesine mi?

İnelim! Geri dönen trene binelim!

Maria ona karşı sert davranıyor. Karısına, az erkek bu kadar konuşma izni verir. Gerçekten yumuşak, iyi huylu, uslu bir adam.

Odama geldiklerinin ilk günlerinden beri bu insanların ne zaman seviştikleri fikri kafamı kurcalıyor. Bir ara emin olmak için bütün gece uykusuz kaldım. Aynı odada yattıkları halde aralarında hiçbir şeyin geçmediğini kabul etmem imkânsız. Bir gece bir şey duyduğumu sandım fakat bu, karyolanın ayaklarını kemiren farelerden başka bir şey değilmiş.

İki kira vermemek için üçümüzün aynı odada kalmamızda ısrar eden bizzat Maria idi.

Tellal gürültülü bir şekilde uyuyordu. Beni de kız kardeşimi de çok defa uyandırmıştır. İnsanın, tam horlama adını veremeyeceği, korkunç bir gürültü çıkarıyordu (Çünkü yankıları alfabenin yirmi dört harfinden daha karışık, daha hassastır. Bir çağlayanın çıkardığı gürültüyü, odun yarıcının vurduğu balta ile kırılan bir dalın çıkardığı sesi, yanan bir ormandan çıkan çatırtıları kâğıt üzerine kaydetmeyi denediniz mi hiç?).

Tellal bütün gücü ile sarsılıyor, kâbuslar görüyor, sayıklıyor ikide bir uyanarak su içiyordu. Maria, köyde böyle değil, sakin olduğunu söylüyor. Almanya’ya geldikten sonra kötüleşti.

Durumu ciddileşmekteydi. Üçümüz de uyuyamaz hâle geldik. Maria da şikâyet ediyordu.

Daha sonraki günlerde bu huzursuzluğunun nedenini sormak zorunda kaldım.

-Rüyalar görüyorum, dedi.

-Ne rüyaları?

-Karışık.

-Yani?

-Hortlaklar.

-Somut olarak neye benziyorlar?

-Ertesi günü iyice hatırlamıyorum.

Bana söylemek istemediği herhangi bir şeyden ötürü rahatsız olduğunu sanarak konuşmayı kestim. Bu hikâye konusunda tek kelime söylememeye karar verdim. Fakat ertesi akşam konuşmayı kendisi aynı konuya getirdi:

-Korkunç rüyalar görüyorum.

-Ne biçim?

-Her gece aynı şeyi.

-Aynı rüyayı mı?

-Evet.

-İmkânsız!

-Çok küçük farklarla aynı şeyi. Daima aynı hikâyeyi.

-Ne kadar zamandan beri?

-İki aydır.

-Seni öldürmek için kovalıyorlar mı?

-Hayır, otur da sana ayrıntılarıyla anlatayım.

-Bir canavar görüyorum, hayret edilecek bir canavar. Bilmem, tarih öncesi canavarlara ait fotoğraflar gördün mü? Dinle, çünkü gidip uzmanına danıştım.

Dinosauruslar familyasının en tehlikeli, vahşi canavarı söz konusu. Uzmanların söylediğine göre, bugüne kadar iskeletleri fosilleşmiş yılanlar, Üçüncü Devir’de ortaya çıkmıştır. En güçlü ve ünlü olanları, mesozoik jurasien devrine ulaştılar.

Bataklıklarda, ormanlarda, batak yerlerde, çamurlarda, sazlıklar, sarmaşıklar arasında veya tuzlu ya da tatlı sularla dolu çukurlarda oturan en büyük kara hayvanları söz konusudur.

Küçük başları, koskocaman vücutları, uzun kuyrukları vardı. Bunların teşkil ettiği aile, doymak bilmez pislik yiyici, tüylü, kambur, çöplük karıştırıcı tavuklar gibi çok çeşitli idi. Boyları 25 metreyi geçen sauropodlar veya brontopodlar. Zırhlı adı verilen atlantosaurus ve gigantosaurus veya ornithopodlar, stegosorlar. Keratapodlar ki en korkunçları üç boynuzlu olanlardı. Ve iguanodus, diplodokus, trachodus, allosaurus, kampasaurus, pedokesaurus gibi diğerleri.

Fakat dünyaya hükmeden bu iğrenç yılanların en zalim ve en feci olanı benimki idi. O, her gece uykumda bana zulmeden tiranosaurus (Yunanca tiran, zalim anlamına gelir. Burada yazar arkeolojik bir benzetme yaparak rüyada görülen hayvana tiranosaurus adını veriyor. ÇN) demek istiyorum. Oduna benziyor. Öndekilerinden daha büyük ve daha gelişmiş olan arka ayaklarının üstünde yürüyor.

İnsanın ellerini kullanması gibi, ön ayaklarını kullanıyor. 15 m. Uzunlukta, 10 m. Yükseklikte, vücuduna oranla çok büyük başlı, her biri 15 santim olan devlere mahsus dişlerle silahlı.

Kanlı canavar ikide bir askeri bir tuvalet gibi kokan ve sadece kokusu ile insanı öldüren ateşten ibaret ve iğrenç dilini 10 metre dışarı çıkarıyor.

Dilini çıkarmakla havaya vıcık vıcık, ıslak salyalar ve daha başka ifrazat da saçıyor. Çünkü bu diktatör canavar, hayvanca ve tam olmayan beyninden geçen her şeyi yapmak ister.

Biliyor musun Yeoryi, canavarın ırmak suları içinden çıktığını görüyorum. Şehirde nasıl panik yaratarak kırıp geçirdiğini…

Kuyruğunu bir silkse bir apartmanı yıkacak gücü olduğu halde zarar vermiyor. Düşün ki ağırlığı 25 tonun üstünde var…

Sinsi canavar tahripten kaçınıyor. Yeni cinayet metotları kullanan seçkin bir cani bu. Sadece tehditle, korkutma ile ve dünyaya korku yaymakla yetiniyor. Hepimizi veya her şeyi bir anda öldürmek istemiyor, çünkü o takdirde yaydığı korkudan zevk alma yolundaki sadizmini nasıl tatmin edebilir?

Şehirde gezerek fabrikanın önüne geliyor. O canavar, vücudu ile fabrikanın tek olan kapısını, öyle kimsenin dışarı çıkmayacağı şekilde kapatıyor. Başını pencerelere yaklaştırıp korku saçıyor. Arada bir öyle korkutma zevkini tatmin için iğrenç dilini dışarı çıkarıyor ve öldürecek kadar yakıcı olan salyalar ile içimizden birini yalayarak tehlikeli yanıklara yol açıyor.

Fabrikanın içinde, müdüriyetteki Alman daktilo kızlarından İtalyan nezaretçi ve ustabaşılarına kadar herkes titriyor ve canavarın tehdidi karşısında gık diyemiyorlar.

Biz, elimizden geldiği kadar hızlı çalışıyoruz. Unutuyoruz her şeyi. Hiçbir şeyi düşünmüyoruz. Her şeye karşı ilgisiz kalıyor, devamlı olarak aralıksız ve otomatlar, makinalar gibi daha hızlı ve hep daha hızlı çalışıyoruz. Makinalardan, canavarın yeşil, gudubet gözlerinden ve ara sıra ateşli dilinden başka bir şeye bakmıyoruz.

Çalışıyoruz. Öğle üzeri yemek için durmuyor, aralıksız çalışıyoruz. Makinalar çıldırıyor, kırılacakmış gibi dönüyorlar. Akşam geliyor, sabah oluyor, akşam oluyor biz de ellerimiz levyelerde, ayar kollarında olduğu halde dikiliyoruz, makinalarla biraz, onların etten aksesuarı olarak, ayrılmayacak şekilde onlara bağlı, mekanizmalarının aksesuarı halinde duruyoruz.

O zaman, iğrenç canavar, artık bizi tam köleleştirdiğine inanmış olarak, fabrikanın biricik çıkış yerinde büzülüyor, zararlı kokusunu yayıyor ve her zaman teneffüs ettiğimiz havayı zehirliyor.

Canavar akşamüzeri kaybolmuştur. Artık onun iğrenç yüzünü görmüyor, nefesinin yüzümüzü yaladığını hissetmiyoruz., pis kokusu burnumuzun direğini kırmıyor, gittiğini biliyoruz ama yine de durmuyoruz.

Bir oluyoruz makinalarla. Kurtuluş ümidi olmaksızın köleleşmişiz. Robot haline gelmişiz. Beynimizde hiçbir şey olmadan, deli gibi, makinaya yaraşır hareketlerle dejenere bir hız halini almışız. Ve bütün hayatımız boyunca böyle çalışacak, böyle döneceğiz.

İşte, her akşam rüyamda bunu görüyor ve uyuyamıyorum!

Göçebeler, Kostas Valetas,  Çev. Ahmet Angın, Tel Yayınları, İstanbul, 1973, s. 89.

edebiyatvadisi

Next Post

Anthony Burgess

Paz Tem 7 , 2019
Anthony Burgess (1917-1993) Asıl adı John Burgess Wilson olan yazar 1917’de İngiltere’de doğdu. Manchester Üniversitesi’nde İngiliz edebiyatı ve sesbilim öğrenimi gördü. Otuz yaşlarına kadar en büyük arzusu besteci olmaktı. Bir senfoni dahil, çok sayıda müzik eseri besteledi. 1940-46 arasında İngiliz ordusunda yer aldı, 1946-50 yılları arasında Birmingham Üniversitesi’nde öğretim üyesi […]

You May Like