John Steinbeck’in “Gazap Üzümleri” romanından (*);
Otostopçu ayağa kalktı, pencerelerin arasından ona baktı:
“Beni alır mısın, Bayım ?”
Şoför çabucak dönüp bir an arkaya, lokantaya doğru bakarak, “Yolcu almaz yazısım görmedin mi?” diye sordu.
“Gördüm tabii. Ama bazen zengin domuzun biri zorla böyle yazılar koydurtsa bile, iyi insan yine de yapar iyiliğini.”
Şoför kamyonuna binerken bir yandan bu cevabı kafasında parça parça inceliyordu. Şimdi reddetse hem kötü insan sayılacak hem de kamyonuna zorla etiket yapıştırılan, yanına arkadaş almasına izin verilmeyen biri durumuna düşecekti. Oysa yolcuyu alırsa, şıp diye iyi insan sayılacak, zengin domuzun zart zurt edebileceği tiplerden olmadığını da kanıtlayacaktı. Tuzağa düştüğünün farkındaydı ama kurtuluş yolunu bulamıyordu. Lokantaya doğru bir kere daha baktı.
“Virajı dönene kadar o basamağa çök, kapıya asıl,” dedi.
Otostopçu hemen çömeldi, görünmez oldu, bir eliyle kapının kulpuna asıldı. Motor bir süre kükredi, vites yerine geçti, koca kamyon yola koyuldu. Önce birinci vites, sonra ikinci, sonra üçüncü, sonra da tiz bir vınlama sesiyle dördüncü. Asılı giden adamın altındaki otoyol baş döndürücü bir hızla geriye doğru kayıyordu.
İlk dönemece bir mil vardı. Kamyon orada yavaşladı. Otostopçu doğruldu, kapıyı açtı, ön koltuğa yerleşti. Şoför ona bakarken yine gözlerini kısmıştı. Bir yandan çikletini çiğniyor, sanki düşünceler ve izlenimler beynine yerleşmeden önce ağzında inceleyip sınıflandırılıyormuş gibi davranıyordu. Bakışları, önce o yeni kasketten başladı, yeni elbisenin üzerinden kayarak aşağıya, yeni pabuçlara doğru indi. Otostopçu sırtını koltuğun arkasına rahatça yasladı, kasketi başından çıkardı, terleyen alnını ve çenesini onunla sildi: “Sağ ol, ahbap,” dedi. “Tabanlarım patlamıştı.”
“Pabuçlar yeni,” dedi şoför. Gözlerindeki o sır dolu, imalı ifade, sesinde de aynen vardı. “Yeni pabuçlarla adam yola çıkar mı… hele bu sıcakta!”
Yolcu tozlu pabuçlarına baktı: “Başka pabucum yok,” dedi.
“Başka yoksa insan yenisini giymek zorunda.”
Şoför yolun ilerisine araştırıcı bakışlarla baktı, sonra kamyonun hızını biraz arttırdı: “Yolun uzak mı?”
“Değil. Tabanlarım patlamasa yürürdüm de.”
Şoförün yeni sorusunda da yine o kurnaz sorgu havası vardı. Ağ atıyor, tuzak kuruyordu sanki sorularıyla: “İş mi arıyorsun?”
“Yoo, babamın toprağı var. On dönüm. Aslında yancı olarak çalışır. Ama çoktan beri oradayız.”
Şoför yolun kıyısındaki tarlalarda gözüken yan yatmış mısırlara, üstlerini örten tozlara anlamlı anlamlı baktı. Kendi kendine konuşuyormuş gibi, “On dönüm toprak ekiyor, yarıcı olarak ekiyor ve ne toz ne de traktör onu yerinden edemiyor,” diye mırıldandı.
“Hoş, son zamanlarda ondan haber almış değilim,” dedi yolcu o zaman.
“Çok oldu mu haber almayalı?” İçeri bir arı girdi, ön camda vızıldamaya başladı. Şoför elini uzattı, arıyı yönlendirip hava akımına doğru kaydırdı, hayvan yan camdan uçtu gitti. “Yarıcıların durumu berbat,” dedi. “Bir traktör geliyor, on aileyi yerinden ediyor. Her yer traktör dolu. Yıka döke giriyorlar, ortakçıları
söküp atıyorlar. Baban nasıl dayanıyor?” Dili ve çenesi, epeydir unuttuğu çikletine yeni baştan saldırdı, onu çevirdi, çiğnedi. Ağzının her açılışında dilinin çikleti çevirişi gözüküyordu.
“V alla, haber almayalı epey oldu. Mektupla pek aram yoktur. Bizim ihtiyarın da öyle.” Ardından hemen ekledi. “Ama istesek ikimiz de yazabiliriz.”
“Bir yerlerde mi çalışıyordun sen?” Yine aynı sinsi sorulardandı.
Tarlalara, sıcaktan titreşen havaya baktı, çikletini avurduna doğru topladı, sonra pencereden dışarıya tükürdü.
“Evet, öyle,” dedi yolcu.
“Tahmin etmiştim. Ellerine baktım da! Ya balta savurmuşsun ya kazma ya da balyoz. Nasır bunlardan olur. Ben böyle şeyleri gözden kaçırmam. Bundan da gurur duyarım.”
Yolcu ona baktı. Kamyonun lastikleri yol üstünde gıcırtılı sesler çıkarıyordu. “Başka merak ettiğin bir şey var mı? Varsa söyleyeyim. Kafanı zorlama.”